Uzaklardan Gelen Sesin Peşinde

Yaşarken anlaşılamamak ya da değerinin bilinememesi, birçok sanatçının hayatı için geçerli bir talihsizlik olarak değerlendiriliyor. O öldükten sonra kitapları yok satan, filimleri tekrar tekrar gösterilen veya şarkılarını herkesin ezbere bildiği sanatçılarımız var. Evet, belki bu hepimizin hayatı için geçerli bir durum. Anlayamamak ve de anlaşılamamak…

Bir yazar, okuru tarafından anlaşılmayı bekler. Her şeyi hoyratça kullanmayı ve sömürmeyi alışkanlık haline getiren canım insanlarını bekleyişi, boşuna mıdır yoksa buna mecbur mudur gerçekten?

Henüz ölememiş birinin düşüncelerini, yazdıklarını ya da yaptıklarını bir türlü benimseyemeyen biri olarak, benim de bu hususta bir itirafım olabilir. Küçükken, her çocuk gibi büyümek istiyordum çünkü benim için her şeyi kolaylaştıracağına inanmıştım. Ölebilmek ise hep iyi, başarılı ve sevilen insanların başına gelen bir yücelikti sanki… Hayatta kalmanın aslında çok daha zor olduğunu fark edene kadar bekletirdim; bir kitabı okumayı, filmi izlemeyi, insanı anlamayı, sevmeyi, özlemeyi, yaşayacağım hüznü ve mutluluğu bile. Hakkım değil miydi böylesi? Olsun derdim. Yosun tutmuş kıyılarına tutunmak birinin, gerçekten bu kadar kolay mı sanıyorlar? Ne bencillik ama! Hatta biraz korkaklık ve tembelliğe de yer vardır illa.

Çağırılmayı mı bekliyoruz? Hadi artık bu bekleyişlere bir son verelim. Hala hayatta kalabiliyorken, gelin tanışalım!

Heykeltraş Ekin Erman

İzmir’de yaşayan, okuyan, bu güzel şehre yolu düşen ya da birgün mutlaka uğrayacaklar olarak, bir heykeltraş ile tanışmamızın hikayesi olsun bu: Ekin Erman.

Hikayemiz, bugün artık mezun olduğum Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin belki de en güzel zamanlarını yaşadığı bir dönemde başlıyor. Öğlen aralarımızın müzik dinletileri, edebiyat, tarih ve sanat sohbetleri ile renklendiği günlerden birinde Ekin Erman’ı ağırlıyorduk. Program, kendisinin “ninni” adlı video performansı ile başladı ve Atatürk köşesine yapılacak olan mozaik çalışmasına biz öğrencileri de dahil etmesi ile kusursuz bir hal adlı.

Eminim ki emeği geçen herkes için değerli ve bugün bile en özen gösterilen köşe olmuştur. Biz de Ege Üniversitesi Bostan Topluluğu olarak, elimizdeki yerel tohumarı kendileriyle paylaşıp, hiçbir karşılık beklemeden okulumuza kattığı güzellikler için teşekkür etmek istedik. Ekin Erman da kura ile seçtiği iki arkadaşımıza, “İki Sokak Sonra Deniz” kitabını imzaladı. Heykel, mozaik, resim, müzik ve fotoğrafın yanısıra edebiyat ile de ilgili olduğunu keşfetmiş olduk. Ve orada hayatlarımıza dokunduğu yerden devam ettik; tanışmaya, anlamaya ve paylaşmaya.

Arkasında ne var dedi günlerin köpüğü,

Uzaklardan gelen sesin peşinde.”




Soldan sağa: Ayşe Nur Ayan, Sıla Zenbil, Ferit Furuncu , Ekin Erman, Yiğit Sertdilli, Sümeyye Zağlı, Tuğba Betül Özav, Hakan Çakır.



Ekin Erman, İstanbul’un 1959 yılında başladığı hayatına, İzmir’in Kaklıç köyünde kurduğu atolyesinde üreterek devam ediyor. Türkiye’de heykel sanatının ustalarından olan Erman; Selçuk’ta Meryem Ana, Bostanlı’da Atatürk, Konak’ta Ahmet Piriştina, Alsancak’ta İsmail Sivri, Güzelyalı’da Ahmed Adnan Saygun, Bornova’da Aşık Veysel heykelleri ile İzmir’de yolumuzun kesiştiği önemli eserlere imzasını atmış. Yurtiçinde ve yurtdışında sergilediği çalışmaları ile adından sıkça söz ettiren sanatçı; heykelciliğin yanısıra seramik, resim, müzik, edebiyat ve fotoğraf gibi birçok alana yönelmiş, emek vermiş ve kendisini kanıtlamış.

Şimdi sizleri Ekin Erman ile atolyesinde gerçekleştirdiğimiz hoş sohbetimize dahil etmek istiyorum. Hayatının geri kalanını gelin kendisinden dinleyelim!




Ekin Erman, Atolyesinde/Kaklıç/İzmir



Kütüphaneli bir evde mi büyüdünüz? Nasıl bir çocukluktan bugünlere geldiniz?

Babamın, Soma’da mühendis olarak çalıştığı yıllarda 8 bin civarı kitabı varmış ama taşınırken hurda fiyatına satmak zorunda kalıyorlar… Ben çok güzel bir çocukluk geçirdim. Çok zengin değildik, refah içinde büyümedik ama özgürdük. Sokaklarda oynayarak büyüdük.

Liseyi ikinci sınıfta bıraktım ve voleybol oynamaya devam ettim. Aile durumumuz iyi olmadığı için dört yıl boyunca bir seramik fabrikasıda işçi olarak çalıştım. Orada iyi şeyler üretmeye başlayınca, işlerim yurtiçi ve yurtdışına gitti. Fabrika şefinin yönlendirmesiyle akşam lisesine başladım ve ikinci yılımda Bursa’daki Oyak Renault Voleybol Takımı’na transfer oldum.

İlk atolyemi 1981 yılında Bursa’da açtım. Bursa Eğitim Fakültesi’nin sınavlarını kazandım ama çok büyük bir trafik kazası geçirdim. Altı aylık bir aradan sonra spora dönsem de okula tekrar bir ara vermek zorunda kaldım. 1986 yılında, Mimar Sinan  Güzel Sanatlar  Üniversitesi’nin açtığı sınava girmek için bir gecede atolyemi sattım. Heyecandan ikinci sınavı geçemeyince, orada üç yıl misafir öğrenci olarak kaldım. Anıt ekibine dahil oldum. 1988’de İzmir 9 Eylül Üniversitesi’ne geldim ve o günden beri buradayım. 1993-98 yılları arasında 9 Eylül Üniversitesi’nde eğitimler verdim ancak sanat ile birlikte yürümediğini düşünerek okuldan ayrıldım. 1991’de İzmir’deki ilk atolyemi kurdum. 1996’dan beri de Kaklıç’tayım.

İzmir’de yaşamak ve üretmek sizin için kolay mı? Belediyelerin ve diğer kurumların desteğini hissedebiliyor musunuz?

Evet, İzmir’de yaşamak güzel. Kurumların desteğini alabiliyorum. 1991’den beri neredeyse hiç boş kalmadım. Farklı işler de yaptığım için aranıyorum. Galeriler ile uğraşmak, onların seçtiği özel insanlar olmak çok daha zor. Onlardan olamadık heralde ama ben hayatımdan memnunum. Çünkü galerilerle çalışmak için bir sürü ödün veriyorsunuz. Onların istediği gibi işler üretmek zorunda kalıyorsunuz. Belediyeler daha etik oluyor.

Maddi kaygıların eserlerinize yansıması ne boyutta? Size gelen bir teklife rahatlıkla hayır diyebiliyor musunuz? Hayır diyebilmek, bugünün sanatçısı için artık bir lüks mü sayılıyor?

Durumum çok sıkışık olduğu zaman kabul ediyordum ama yaklaşık on yıldır hep kendi istediğim projeleri üretiyorum.

Esas amaç zaten satmak. Benim yaptığım eser bende niye kalsın ki? Eserimin başka birinde olması daha değerli bir şey. Beni yaşatıyor…

Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ne dönemin Dekan Vekili Prof. Dr. Engin Berber’in ricasıyla bir mozaik çalışması yaptınız. Biz öğrencileri de çalışmanıza dahil etmeniz, bizim için büyük bir şans oldu. Bu vesileyle size tekrar teşekkür ediyoruz. Üniversitelerden bunun gibi teklifler alıyor musunuz?

Hayır, üniversitelerden gelen bir teklif yok. Ama küçük çocuklar ile atolye çalışmaları yapmaya devam ediyorum.



Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi/Bornova/İzmir


Gözü kapalı ve elinde saz çalan diğer heykellerden farklı olarak, Bornova Aşık Veysel Rekreasyon alanında yer alan Aşik Veysel heykeliniz, gövdesine gönül gözü olan bir ağaca benziyor ve benim sadık yarim dediği kara toprağa sıkı sıkıya bağlanmış halde çok etkileyici bir görüntü sergiliyor…

Aşik Veysel, ozanlığını Anadolu’nun bütün uygarlıklarından almış ve köklerini oraya salmış. Çocuklar için de karşılarına öyle bir heykel çıkması oldukça önemli. Göğe yükselen ve biçimlendirmesi de iyi yapılmış bir heykel.


Aşık Veysel Heykeli/Bornova/İzmir


Anıtın bir duygu oluşturması gerekiyor. Sesin İzi Anıtı, Üç Fidan Heykeli, Ahmet Piriştina Heykeli… Bunların dünyada eşleri yok.

Toprağın zamanın tüm izlerini ve sesleri içine alarak biriktirdiğini düşünüyorum. Toprak, üzerinde geçen her şeye tanık. Bir santim verimli toprak yüz yılda oluşuyor. Topraktan yapılmış testilere vurduğunuzda, aslında zamanın sesini dinliyorsunuz. Ben de bu sesleri dinlemeye ve ses frekanslarını heykelleştirmeye çalıştım. Anlattığım hikayelerin görüntüleri karşıma çıktı. Buca’da bir konteynır kurduk ve burada 2000 kişi topraktan yapılmış testilere vurdu. Çıkardığı sesleri analiz ettik ve oluşturduğu görüntülerle anıtın üstünü bezedik. Dahil olan herkesin ismi orada yazıyor ve bu da esere daha çok sahip çıkmalarını sağlıyor. Anonim ve sosyal bir heykel olmasıyla da benim dünya görüşüme uyuyor.



Sesin İzi Anıtı/Buca/İzmir


İzmir Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Ahmet Piriştina için “gel, sen de bir el ver” dedik. Çünkü el, insanın en büyük aracı. Her şeyi inşaa ettiği, dokunduğu, dünyayı yarattığı şey. 15 bin kişi çadıra geldi ve aldığım el kalıplarıyla bir heykel yaptım.



Ahmet Piriştina Heykeli/Karabağlar/İzmir


Üç Fidan Anıtı için herkesten terli tişörtlerini göndermelerini istedim. Çünkü ter, insanın emeğinin göstergesidir. 1500 kişiden gelen terli tişörtleri önce ip haline getirdim ve bir yumak yaptım. Üç Fidan, onu sevenlerin terlerini sırtına aldı…



Üç Fidan Anıtı/Bayraklı/İzmir


Türkiye’de bunları başarmak zor olmalı. Ters bir tepki ile karşılaşan çalışmalarınız da oldu mu? Anıt heykellere yapılan saldırılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Saldırıya uğrayan heykelim yok. Ama bu vandalizm, dünyada üç boyutlu heykeller ortaya konulduğundan beri var. Çünkü şöyle düşünün, adam bir şeye kızıyor ve eğer belli bir kültürde değilse içindekini şiddetle atmaya çalışıyor. Şiddet uygulama sınırına geldiğinde, koşan ya da kaçan birine değil de karşısında onu bekleyen birine gidiyor. O da bir heykel oluyor. Çünkü o heykel, onu orada bekliyor. Yıllardan beri onu biliyor ve bir şekilde onu tanımış. Ona olan tanıklığı bile, onu yok ederek sisteme ya da onun karşısında olduğu kişilere bir mesaj aslında. Heykelin en önemli özelliklerinden biri de o, seni bekler. Sen nasıl Aşık Veysel’i her önünden geçtiğinde görmekten mutlu oluyorsan, ordan geçip de ondan keyif almayan birileri de var mutlaka.
Heykel bu şiddeti dindirebilir mi?
İyi bir estetik duyguyla yapılmış ve insana bir şekilde geçebilen heykeler kendine yanaştırmıyor. Alsancak’ta İsmail Sivri heykelim var. Gezi olayları geçti ama insanlar o heykele dokunmadı. Üzerinde tek bir yazı bile göremezsiniz.


Gazeteci ve Yazar İsmail Sivri Heykeli/Alsancak/İzmir



Neden İtalyanlar dünyanın en üretken ve yaratıcı insanları? Çünkü doğduklarıdan beri Giovanni Lorenzo Bernini’ye bakıyor, Michelangelo ve Leonardo  Da Vinci’nin tasarımları ile büyüyorlar. Bir sanatçı, güzelliği heykele dönüştürerek gösterir. Bu yüzden heykel, insanların gelişmesi açısından çok önemli. Gidersin gölgesinde durursun, gülümsersin. Babana kızdığında seni orada beklediğini bilirsin. Çünkü güvenirsin ona.

Voleybolda Türk milli takımına kadar yükselen bir sporcuyken; bugün seramik, heykel, fotoğraf, edebiyat, müzik ile ilgilisiniz. Bütün bunlar sizin hayatınızda nasıl yanyana gelebildi?

Bu sanatın ya da sanatçı olmanın dayattığı bir şey. Seni bir şekilde her türlü şeyden soyutluyor ve ruhun sadece bununla uğraşmanı istiyor. Bunun için de elinden geleni yapıyorsun. Ben sadece heykelle hiç yetinmedim. Fotoğraf hala çekiyorum, resim yapıyorum. Bu arada tesadüf eseri bir de kitap sıkıştı. Belirli bir düzeyde bir şeyler yapabliyorsan eğer, onları sergilemenin hiçbir zararı yok. Ki ben hepsine emek veriyorum. Burada vazgeçmek diye bir şey yok, bu seçmek.

2005 yılında Romanya’da düzenlenen “Art Aiud” Enternasyonal Fotoğraf Festivali’nin video bölümünde, “Ninni” en başarılı video seçildi. Gerçeklik ile ilişkisi bakımından da oldukça etkileyici olan bu projeniz nasıl ortaya çıktı?

Ninni, bir çocuğun nasıl yok olduğunu ve eriyip gittiğini gösteren bir estalasyon. Kızım Yağmur’un doğumuyla gelişen ve hiç bitmeyecek bir iş oldu. Bugüne kadar atolye ve festivallerde 20-30 bin çocukla çalışmışımdır. Ama kendi çocuğunuzu kucağınıza aldığınızda gerçek anlamda kaybetme duygusunu anlıyorsunuz.

“Videoda görünen bebek, -18 derecede dondurulmuş buz ile talaş karışımı bir malzemeden yapıldı. 40 derecelik suyun içine bırakılan bu bebek, anne karnındaki ısının benzerliğiyle birlikte aynı zamanda bir dönüşümü de ifade ediyor.”


Çocuklar ve gelecek için hepimizin endişeleri var. Başka bir dünyanın mümkün olmasını diliyoruz. Bu noktada bir sanatçının katkısı ne olmalı?

Bizi bağlayan şeyler var. Çünkü üretme isteği, bazen sokağa çıkmanı engelliyor. Biraz daha pasif kalıyorsun. Sanatçının görevi toplumla uğraşmak ya da onu düzeltmek değil. Ama isterse toplumun tam tersi şeyler yaparak, onlara bir ipucu verebilir. Ben de bunu yapıyorum.

Sanatçı, senin o ana kadar düşünemediklerini çok farklı gerçekliklerle sana anlatıyor. Bir kitap okudum hayatım değişti deniyor ya, geçirdiğim kazadan sonra benim de hayatımı Jack London’lar kurtarmıştır.



Yılanlı At Heykeli/Karşıyaka/İzmir


İki Sokak Sonra Deniz: Öyküler – Aforizmalar ve Diğer şeyler…

Ekin Erman’ın ilk kitabı olan “İki Sokak Sonra Deniz” 2015 yılında Ozan Yayıncılık’tan çıktı. Doğa, insan ve umudu barındırdığı öykülerinden, şiirlere yaptığı kusursuz geçişlerini yine kendi resimleri ile sağlamlaştırıyor.



Erman, “İki satır yazı yazamazken, biri benden yarım sayfa bir şey istedi ve bu kitabın ilk yazısı oldu” diyor.

(1)

Rüzgar da yok ki ağaçların bana el salladığını göreyim. Sola döndüm sarı lambası yanan bir ev gördüm, yeşil boyalı. Yürüdüm… Yürüdüm. Sonra mavi bir göle girdim, girince siyahlaşan. Bir taş buldum dipte; yıllar önce atılmış, üzeri kahverengi çizgili ve nasılsa parlak. Soldu kıyıda beklerken. Olsun, üzerine yağmur yağacak, ıslanacaktı güneşle, ta ki daha uzak, daha derin, daha soğuk uzaklığa gidene kadar.



Ekin Erman ile Kırmızı Boncuklu Taş/Kaklıç/İzmir


Yazmayı sevdiğini ve devam ettiğini söyleyen sanatçının ikinci kitabı ile birlikte diğer çalışma alanlarında ürettiği kusursuz yapıtları görmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz. Kendisine bizleri hayatına dahil ettiği için tekrar teşekkürlerimi sunuyorum. Başka bir dünyayı birlikte mümkün kılacağımız insanlar ile tanışma hikayelerimizin devam etmesi umuduyla; herkese iyi bayramlar diliyorum!

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın