Hoşgörü ve Tolerans

Yalnız bizim ülkemizde değil tüm dünyada çok karıştırılan, hatta karşılıklı yer değiştirebilir şekilde kullanılan iki kavram var. Bunlar hoşgörü ve tolerans. Dilimizin önemli bir sözlüğü bu kavramların karşılığını bir diğeri ile vermekte; yani hoşgörünün karşılığı tolerans, toleransın karşılığı ise hoşgörü. Bu kavram kargaşasının temeli sözlükler hazırlanırken etimoloji ve felsefeye yeterince yer verilmemesine dayanmaktadır. Bu kavramlar İngilizce sözlüklerde “tolerance” ve “leniency” olarak izlendiğinde ise farklar ve bu farkların ne denli hayati önem taşıdığı bir anda ön plana çıkmaktadır. Bu iki kavram arasındaki ayrımın yeterince üzerinde durulmaması, bu çalışmada irdeleneceği üzere, özellikle az gelişmiş ülkelerde ölçülmesi olanaksız zararlara neden olmaktadır. Bu konuda gelişmiş ülkelerde rastlanan kafa karışıklığı az gelişmişler derecesinde önemli olmamakla birlikte o ülkelerde de önemli metinlerin anlaşılmasını güçleştirmek veya yanlış anlamalara neden olmak gibi zararlara yol açmaktadır (Lost in Translation!). Kavram karışıklığının yönsüz veya yön arayışındaki az gelişmiş ülkeler açısından önemi Batı ülkelerine oranla kuşkusuz daha fazladır. Zarar konusundaki ortak nokta ise bu kavram karmaşasıyla her iki öbekteki toplumların davranış örüntülerinin yeterince anlaşılamamasıdır. Bu konudaki görev özellikle az gelişmiş ülkelerin sosyal bilimcilerine düşmesine karşın ortada görülen kararlı eylemsizlik üzerinde düşünülmeye değer başka bir olguya daha kapıyı açmaktadır. Sosyal bilimciler öncelikle içinde bulunduğu toplumu gözlemlemek, açıklamak, eleştirmek ve sorunlarına alternatif çözümler üretmek, ardından da bu bulgularını evrensel değer taşıyan kuramlara dönüştürmekle görevlidir. Bu çalışmanın amacı ise tolerans ve hoşgörü gibi geçmişi çok uzaklara dayanan kavramların tarihsel gelişimini açıklamak değil günümüzdeki anlamları üzerinde durmaktır.

Tolerans, Webster’s ve Gresham gibi İngilizce sözlüklerde benzer şekilde tanımlanmaktadır. Webster’s toleransı “Bir insanın kendininkinden farklı düşünce ve eylemlere karşı gösterdiği sempati ve bağışlayıcılık” olarak tanımlamaktadır. Gresham ise bir adım daha ileri giderek sözcüğün kökenini Latince “tolerantia” olarak vermektedir. Tolerantia sözcüğünün Latincedeki karşılığı ise sabır, tahammül ve dayanma anlamına gelmektedir. Tolerans göstermek ise Arcade etimoloji sözlüğünde “bir (yükü) taşımak” olarak tanımlanmaktadır. Toleransın Modernitedeki karşılığı sempati ile açıklanmasına karşın kökenindeki tahammül ve sabır kavramları bu sözcüğün günümüzde de bazı olumsuz notalar içerdiğine işaret etmektedir. Bu olumsuzluk, tolerans gösterilen düşünce ve eylemlere aslında tahammül ve sabır gösterilmesi, daha açıkçası katlanılması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durumda düşünce ve eylemlere tahammül edilirken toleransın nesnesi olan kişiye de katlanılmakta oluşu ortalıkta aslında çok içten bir duygunun olmadığını göstermektedir. Bu durumda da ortaya insanların niçin birbirlerine tolerans gösterdiği sorusu çıkmaktadır.

Tolerans, günümüzdeki haliyle, İskoç ve Fransız akılcı aydınlanmasının bir ürünüdür. Aydınlanma, bir yandan aklın hakimiyetini teşvik ederken diğer yandan da değişik veya karşıt fikirlerin serbestçe tartışılabilmesine olanak tanımıştır. Böylelikle gelişen tolerans ilkesi 19. yüzyılın Batı ülkelerinde kentlileşme ve kent içinde uygarca yaşamanın ilkelerini de hazırlamıştır. Toleransın bir toplumsal norm haline gelmesi ise Victoria dönemi İngilteresinde gerçekleşmiştir. Daha ileri giderek, İngiltere’nin bu toplumsal tolerans normları nedeniyle o yüzyılda kıta Avrupasını kasıp kavuran ihtilal ve devrim hareketlerinin dışında kaldığını söylemek de mümkündür. Victorian dönemde İngiltere’de göreli olarak daha istikrarlı bir toplumsal yaşam olması bu ülkenin tolerans konusunda günümüzde kendine özgü bir dil geliştirmesine de olanak tanımıştır. BBC’nin aktardığına göre bu dili ilk keşfedenlerden biri New York’tan Londra’ya taşınan Sean Fitzgerald adlı bir avukattır. Fitzgerald, İngilizlerin olumsuz duygularını doğrudan söylemediklerini fark ederek bu dolaylı ifadeleri şöyle örneklemiştir:

Daha kötü olabilirdi (Muhtemelen daha kötüsü olamazdı)

Zihnimin bir köşesinde tutacağım (Şimdiden unuttum bile)

Bu da bir bakış açısı (Bu yanlış bir bakış açısı)

Size sonra katılırım (Beni görmeyi beklemeyin)

Piyasa analisti olarak Londra’ya gelen bir başka Amerikalı Amy Paterson da İngilizlerin sevmedikleri bir şeyi doğrudan söylemediklerini fark etmiş. Örneğin müdürü beğenmediği bir projeyle karşılaşınca doğrudan “Bunu sevmedim” demek yerine “Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum, ama başka neler yapılabileceğini konuşalım”ı tercih ediyormuş. Bu iki Amerikalı profesyonelin verdiği örnekler toleransın iki özelliğini daha anlamamıza yardımcı olmaktadır. Örneklerden de görüleceği gibi tolerans gösteren kişi aslında gizli bir kibir içindedir. İkinci özellik ise tolerans gösteren, gösterilene karşı daha üstün bir pozisyona sahip olmaktadır.

Çok güçlü bir toplumsal özellik taşıması nedeniyle tolerans sosyal ve siyasi bilimcilerin de ilgi odağı olmuştur. Bu konudaki önemli bir çalışma Karl Popper’ın 1945 yılında yayınlanan “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabında sözü edilen tolerans paradoksudur. Popper açısından toplum veya siyasi yaşamdaki sınırsız tolerans sonunda toleransın toplumdan büsbütün yokolmasına neden olmaktadır. Popper’a göre sınırsız toleransın, toleranssız kesimlere de uzanması bu kesimlerin eninde sonunda toplumdaki toleransı yoketmelerine neden olacaktır. Popper bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Akılcı argümanlarla karşı çıkabildiğimiz ve üzerlerindeki toplumsal kontrolü sağlayabildiğimiz sürece toleranssız görüşleri baskı altında tutmaya gereksinimimiz yoktur. Ancak bu görüşler bizimle akılcı tartışma platformlarında görüşmekten kaçınır ve bütün tartışmaları kınar ve izleyicilerine de, aldatıcı olduğu savıyla, tartışmalara katılmayı yasaklar ve onları bunun yerine yumruk ve tabancalarını kullanmaya yönlendirirlerse bizim de toleranssızı tolere etmeme hakkımız doğar ve bunların üzerinde baskı kurarız” Bir başka felsefeci, John Rawls ise 1971 yılında yayınlanan “A Theory of Justice” adlı kitabında, genel olarak Popper’a hak vermemesine karşın, “toleranssız grupların kendilerine uygulanan toleranssızlıktan şikayet etme hakları olmadığına” dikkat çekerek toplumların kendilerini koruması gerektiği konusunda Popper’a katılmaktadır.

Popper’ın bu görüşleri 20. yüzyıldaki önemli bir davada da belirleyici rol oynamıştır. Federal Almanya Cumhuriyeti başsavcılığı 1956 yılında Alman Komünist Partisi’nin kapatılması için Federal Anayasa Mahkemesi nezdinde dava açmıştır. Ancak, mahkeme bir partinin kapatılmasının demokrasi ile nasıl bağdaşacağı sorunsalını çözemediği için uzun süre karar verememiştir. Sonunda bir yargıç partinin yöneticilerinden birine şu soruyu yöneltmiştir: “Sizler devrimci ilkelere bağlı bir partisiniz. İktidara gelmeniz durumunda bu durumu bir devrim olarak kabul edip sonraki genel seçimleri iptal etmeyi planlıyor musunuz?” Partinin bu soruya olumlu yanıt vermesi üzerine mahkeme 1956 yılında Alman komünist Partisi’ni şu gerekçeyle kapatmıştır: “Demokratik haklar, demokratik hakları yok etmeyi planlayan kişi veya gruplara tanınamaz” Bu yargı günümüze dek etkisini korumaktadır ve günümüzde “demokrasilerde parti kapatma olmaz” diyenlerin ne denli boş konuştuklarını da göz önüne sermektedir. İlham kaynağı ne olursa olsun-din, ideoloji, para-geldiği zaman gitmemeyi planlayan her türlü radikal oluşumun tekrar gelmemek üzere gönderilmesi demokrasinin en temel gereğidir.

Hoşgörü karşılığı olarak İngilizce’de birçok sözcük bulunmasına karşın konumuz açısından iki tanesi özellikle ilginçtir. Bunlardan ilki “complaisance” sözcüğüdür. Ancak, bu sözcük de göz yumma, bağışlama ve lütuf gibi toleransda karşılaştığımız açmazlara sahip olduğu için çalışmanın dışında tutulmaktadır. İkinci sözcük ise “leniency”dir. Yukarıda adı geçen sözlükler leniency sözcüğünü “yatıştırmak, sakinleştirmek, teskin etmek, ağrıyı ve acıyı dindirmek” olarak tanımlamaktadır ki bu tanım hoşgörüden beklediğimiz özellikleri neredeyse tam olarak yansıtmaktadır. Bu tanımdan sonra tolerans ve hoşgörü arasındaki ayrımın daha ayrıntılı olarak irdelenmesi mümkündür. Öncelikle, toleransda her zaman bir kibir, büyüklük taslama, tolere edilen kişi veya davranışı küçümseme, riyakârlık ve daha da önemlisi kişileri nesneleştirme potansiyeli vardır. Hoşgörüde ise, toleransdaki sempati yerine, kişi veya olayla kurulan empati ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle hoşgörüde nesneleştirme süreci de bulunmamaktadır. Çünkü hoşgörü, toleransdaki monoloğun aksine, iki özne arasındaki her türlü yargılamadan uzak içten bir diyalogtur. Diğer bir önemli ayrıma bu iki kavramın toplumsal temellerinde rastlamak mümkündür. Tolerans, tanımı gereği, Modernitenin ve modern toplumların olmazsa olmaz bir parçasıdır. Hoşgörü ise, yine tanımı gereği, toplumsal bir olgu değildir. Hoşgörü, yüksek bir empati yeteneği ve bilgelik talep etmesi nedeniyle, bireylere veya bu ilkeyi benimsemiş dini, mesleki, sosyal ve etnik topluluklara ait bir özelliktir. Bu özelliği nedeniyle hoşgörü büyük siyasi ve toplumsal oluşumları irdeleyen disiplinlerin ilgi alanına da girmemektedir.

Bu irdelemeler ışığında tolerans ve hoşgörünün, karşılıklı kullanılmaları şöyle dursun, ontolojik olarak taban tabana zıt iki kavram olduğunu iddia etmek mümkündür. Bu ayrıma varılması bir yandan daha önceki bilgi ve analizlerimizin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılarken diğer yandan da yanıtlanması gereken yeni sorulara yol açmaktadır. Bu irdelemelerin yapılmasıyla çocuk yetiştirmekten başlayıp uluslararası politikaya kadar uzanan birçok alanda yeni ve daha tutarlı bir tutuma sahip olunması olasılığı oldukça güçlüdür. İlk akla gelen bazı sorular şunlar olabilir: Çocuğumuzun bizi sinirden kudurttuğu bir anda, tam Homer Simpson gibi, onun boğazına sarılmayı düşünürken bizi bundan alıkoyan itki nedir? Tolerans mı yoksa hoşgörü mü? Bu anda takınacağımız yanlış bir tutumun uzun vadeli etkilerini fark ediyor muyuz? Alman Komünist Partisi niçin anayasa mahkemesindeki duruşmada yalan söylememiştir? Benzer durumlarda niçin az gelişmiş ülke partileri kolaylıkla yalan söyleyebilmektedir? Batı ülkeleri niçin kendi ülkelerindeki radikal partileri kapatır ve bunu demokratik bulurken az gelişmiş ülkelerde bunun tam tersini yapmakta, yani radikal hatta ayrılıkçı partileri desteklemekte veya bunların kapatılmasını anti-demokratik bulmaktadır? Özellikle gelişmiş Avrupa ülkelerinin yabancı işçilere karşı tavırlarını toleransla mı yoksa hoşgörüyle mi açıklamalıyız? Moderniteye geçememiş toplumlardaki azınlıklar ve farklı düşünen gruplar bekledikleri hoşgörüye bu yüzyılda ulaşabilecekler mi? Batı toplumları hoşgörüden toleransa doğru negatif bir evrim geçirdiklerinin, hatta Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede toleransın tamamen yok olmaya doğru gittiğinin farkında mı? Ve, soruların en önemlisi: Tolerans gösteren değil de gösterilen tarafta olduğumuzu fark etseydik ne düşünürdük? Örneğin, Fitzgerald ve Paterson’ın aksine, İngiliz dili ile kültürüne yeterince hakim olmayan bir insan olarak İngiltere’de yaşamaya başlasak ve ardından çevremizdeki insanların nezaketine hayran kalsak ancak yıllar sonra bu insanların aslında bizi idare ettiklerini fark etsek acaba ne düşünürdük? Son ancak sonuncu olmayan soru: Bir insana tolerans göstermenin üzerimize yükleyebileceği ahlaki sorunların farkında mıyız?

Bu sorulardan her biri ayrı ayrı yanıtlanmayı bekliyor. İçinde bulunduğumuz yüzyılda inanılmaz hızdaki teknolojik süreçler içindeyiz ve neredeyse bu yüzyılın ilk çeyreğininin de sonuna yaklaştık. Buna karşın toplumsal sorunlarımızın çözümünde ulaştığımız hız, küresel olarak, hâlâ geçen yüzyıldakiyle aynı. Teknolojik ve toplumsal gelişim hızları arasındaki bu uçurumun hangi sonuçlar doğuracağına ilişkin öngörüler de belirsizliğini korumakta. Acaba toplumsal sorunlarımızı, bırakın çözmeyi, çözümlemeyi başardığımız anda teknoloji tarafından alt edilmiş bir dünya ile mi karşılacağız? Bunun nedeni acaba bizim toplumsal hale getiremediğimiz hoşgörünün artık teknolojik açıdan anlamsız hale gelmesi mi olacak?

Bunları da sevebilirsiniz