Tomris’in Aşkı İle Tanımak – III

Şiirlerinde olduğu gibi aşklarında da yolları kesişen ustalar ile devam ediyoruz. Zira Tomris’in hayatlarına dokunduğu yerden dizelerine döküldü onların aşkları; Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever.

Hiçliğin Kıyısında: Edip Cansever

Edip Cansever’i yine böyle bir ağustos ayında karşılıyor hayat. Tarihler 8 Ağustos 1928’i gösterirken, İstanbul’un Beyazıt semtinde yaşayan tüccar bir ailenin üçüncü çocuğu olarak başladı var oluşu. Herkes gibi biraz vardı, o kadar…

Küçük yaşlarından itibaren çevresinde fakirlik içinde yaşayan insanları gözlemlemeye, onları tanıyıp anlamaya çalıştı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuduğu yılları, kitapçılarında yazarlar ve gazetecilerin zaman geçirdiği bir çevrede geçen Edip, Yunan filozofları başta olmak üzere eline geçen her şeyi okuyordu. Nihayetinde şiiri hayatına dahil etti ve kendisiyle barındırmasını da bildi. İlk şiir kitabı “İkindi Üstü” yayınlandığında henüz 19 yaşındaydı.

İyi şiir nasıl yazılır sorusuna cevap aradığı günlerde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerini görmek istemesi onu çok heycanlandırır. Tanpınar, Edip’in bütün şiirlerini hiç bıkma belirtisi göstermeden okuduktan ve “bunlar güzel, hepsi çok güzel ama hiçbiri şiir değil” der.

Cansever ve arkadaşları 1947 yılında çıkarmaya niyetlendikleri “Edebiyat Dünyası” dergisine yazı istemek için edebiyatçıların uğrak yeri olan Elit Kahvesi’ne giderler. İsteklerine olumlu yanıt alamayan arkadaşları vazgeçip dönse de Edip orada kalır…

Ben kalıyorum. Salah Birsel yanıma geliyor, dostça, yakın bir ilgi gösteriyor bana. Yeni şiirlerim olup olmadığını soruyor. ‘Gü­zel olan, ama şiir olmayan’ bir sürü şiirim var elbette.”

Salah Birsel ile şiirle başlayan ve şiirle süren dostlukları, Edip’in şiirini oluşturmasına da büyük katkı sağlamıştır.

Yüksek Ticaret Okulu’ndan sıkılan Cansever, buradaki eğitimini tamamlamaz, Kapalıçarşı’da babasının dükkanında çalışmaya başlar. Ancak 1954 Kapalıçarşı yangınından sonra babasının dükkanı kullanılamaz hale gelince antikacı dükkanı açar. Ortağı işlerle ilgilenirken, o da üst kattaki yazıhanesinde yazıp okumaya daha çok vakit ayırabilir.

Eski İstanbullu bir ailenin kızı olan Mefharet Erk ile tanıştırılır ve çok kısa bir zamanda evlilik kararı alırlar. Edip’in deyimiyle, bir sardunya büyütmüştür onları. Sabah ve öğle arası bir saatte daktilo ile yazdığı şiirlerini, kahve molası verdiğinde ilk olarak eşi Mefharet Hanım’a okuturmuş.

Yalnızlıkların şairi olarak bilsek de onu, kalabalık sofraları hiç eksik olmamış. Balkona kadar uzanan masalarını, sabahlara kadar süren sohbetler doldurmuş. Mefharet Hanım da Edip’in dostlarını, konukseverliği ve hamaratlığı ile hep hayran bırakmış kendisine.

İkinci kitabı “Dirlik Düzenlik” yayınlandığı dönemde Cemal Süreya, Turgut Uyar, İlhan Berk gibi isimlerle İkinci Yeni şiirini de filizlendirirler.

Masa da masaymış ha

Bana mısın demedi

bu kadar yüke

Bir iki sallandı durdu

Adam ha babam koyuyordu.”



1957 yılında yayınlanan “Yerçekimli Karanfil” kitabı ile Yeditepe Şiir Armağanı’nı alır. 1964’de “Tragedyalar” ile başlayan öykülü şiirleri, 1969’da “Çağrılmayan Yakup”, 1976’da “Ben Ruhi Bey Nasılım” ve 1982’de “Bezikoynayan Kadınlar” ile devam ederken, “Ben Ruhi Bey Nasılım” ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü kazanmıştır.

Umutsuzlar Parkı (1958), Petrol (1959), Nerde Antigone (1961), Kirli Ağustos (1970), Sonrası Kalır (1974), Sevda ile Sevgi (1977), Şairin Seyir Defteri (1980), İlkyaz Şikâyetçileri (1984), Oteller Kenti (1985) gibi birçok kitabı yayınlanan üretken şairimiz, tüm şiirlerini bir araya getirdiği “Yeniden” ile 1982 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nün de sahibi olur.

Şairin bu üretkenliğinde onun kişisel coşkusu, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve gözlemciliğinin büyük payı vardır. Bizi toplumun değişmez kuralları altında bunalmış kişilerle tanıştırdığı şiirlerinde aslında kendisini arar ve bunu yaparken bilinçaltı unsurları ustaca kullanır.

Sürekli yazıp, ürettiği halde şiirinde herhangi bir düzey düşüklüğü görülmemiştir. Onun için hala yazılmamış bir çok şiir vardır ve birinin ipucunu yakalayıp geliştirerek sürekliliği sağlanabilir.

Öncü” ya da “yepyeni” olmak, fazla özendiğim bir şey olmadı hiçbir zaman… Bir de ben hikaye, roman, oyun öğelerinden yararlanıyorum şiirde. Bunlar şiirimi değiştirmeye yol açıyor…” Tabi bahsettiği bu besleyici kaynakları, şiirden sapmadan katar dizelerine.

Yaşadığı savaş, darbe dönemleri ve sosyalist yazarların üzerindeki baskı ortamı, politika dışı kalma kararında etkili olmuştur. Cansever, politikacının sanatçıya bir anlamda karışmaması gerektiğini söylerken; sanatçının da kendisini herkesten bağımsız görmemesini, sanatını insanlığın, karlışıklı etkilenmelerin, yaşamayı yüceltme çabasının dışında düşünmemesi gerektiğini vurgular. En iyi bildiği işi, yani şiir yazmayı hiç bırakmayarak da zaten bu düşüncelerini şiirine yansıtır.


BEN RUHİ BEY NASILIM”

Edip Cansever, çocukluğuna doğru uzanan bir çizgiyi bölüm bölüm yazmaya başlar ancak kitap bir yerde tıkanacak gibi hissedince bir süre yazmayı bırakır. Yine böyle bir yaz günü, gittiği Krepen Pasajı’nda kendisine bir dekor arayışındadır. Derken karşı masasında, askılı pantolonunu karnının üstüne kadar çekmiş, saçları dökük ve yağlı birini fark eder. Kendisiyle konuşur gibi dudaklarını kıpırdatan bu adam, henüz yazılmamış Ruhi Bey oluverir. Edip, onun için yeni bir dünya yaratır ve kitap hızla gelişir. Öykü ve tiyatroyu da dahil etmesiyle şiirin sınırlarını zorladığı bir yapıt haline gelir.


Belki de her gün aynı yoldan yürüyüp bir yerlere gittiğimiz, karşılıklı dairelerde oturup aynı filmlere gülüp ağladığımız, aynı bakkaldan –kalmadıysa sizin oralarda market zincirlerinden- alışveriş yaptığımız insanlar ile tanışamıyoruz. Zira kendimizle çok meşgulüz. Zaten Edip de çok sonraları fark etmiştir Ruhi Bey’ini…

Ruhi Bey’i, her birinin ayrı bir tutku ve takıntısı olan diğer karakterin (bir çiçek sergicisi, meyhane garsonu, patron, kürk tamircisi Yorgo, bir genelev kadını, cenaze kaldırıcısı Adem, Ruhi Bey’in karısı Hayrunnisa, kürk tamircisi Yorgo’nun yanında çalışan Anjel) görüp anlattığı kadarıyla tanımaya çalışıyoruz başta. Böylesine bir kalabalıkta sıra Ruhi Bey’e geldiğinde ise kendisine sormadan edemiyor: “Ben Ruhi Bey, nasılım?”

Gerçekten, nasıldı Ruhi Bey? Nasıl olan Ruhi Bey…Nasılsınız?

Ruhi Bey, dahil olduğu toplumsal sınıfın onu ittiği hiçliğin kıyısında boyuna yalpalanan bir “Tutunamayandır”. Hayatını bir kabuk gibi saran mutsuzluklardan ve kötü anılarla dolu geçmişinden uzak durmak ister ama onlar bilinçaltına yerleşmiştir artık. Ancak ölülerini ve kendi ölüsünü gömdüğünde huzura erebilecektir.



DÜŞLÜYOR ÖLÜMÜNÜ RUHİ BEY

Niye ölmemeli öyleyse

Yaşamak mutlu bir devinimse.

Ölüsünü bekliyor Ruhi Bey

Bir yanda Ruhi Bey bir yanda ölü

Ve görmemek ister gibi ölüyü

Oturmuş bir iskemleye.

Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi

Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini.

Hayata tutunmasına izin vermeyen ne varsa kurtulur sonunda. Bütün ölülerini gömen Ruhi Bey için bambaşka bir hayat mümkündür artık…

Ve o gün ilk defa ölüsünü gördü Ruhi Bey

Soğumuş gövdesini gördü

Donuk gözlerini, durmuş kalbini

Gördü neye benzerse bir ölü.

– Ben Ruhi Bey nasılım

– Mutlusunuz Ruhi Bey.

Ben Ruhi Bey, mutlu olan Ruhi Bey

Ölümü gömdüm, geliyorum

Bir sonbahar günüydü, geliyorum

Güneşler buz gibiydi, geliyorum

Ve bütün kötülükler

Ölümün armaları gibiydi

Size anlatırım, geliyorum.

Ölüler ki bir gün gömülür

İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler

İnsan yaşıyorken özgürdür

İnsan

yaşıyorken

özgürdür.



Edip Cansever, Ruhi Bey’i tiyatro sahnesine çıkarmayı çok istemiştir. Ancak ölümünden yıllar sonra İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından tiyatroya uyarlanabilen şiiri, Uğur Polat’a 6. Afife Tiyatro ödüllerinde en başarılı erkek oyuncu ödülünü getirir.


Tiyatro Terminali oyuncuları tarafından da 4 yıldır sahnelenmeye devam eden oyun, 14. Direklerarası Tiyatro Ödülleri’nde Burak Özhan’a En Başarılı Erkek Oyuncu ödülünü kazandırmıştır. Geçtiğimiz mayıs ayında, İzmir Sanat Merkezi’nde sezonun son oyununa denk geldim ve Ruhi Bey’i sahnede görmekten aşırı heycanlandığımı söyleyebilirim. Edip Cansever’e ve o uzun şiirleri kusursuz oyunculuğu ile izleyiciye aynı hislerle aktarabilen Burak Özhan’a bir kez daha teşekkür etmek gerekir.


Şiire Dahil: Tomrisli Yaşlar

Tomris Uyar, eşi Turgut Uyar ve kendisinin de çok yakın dostu olan Edip Cansever’i, hem şiir konuşabilen hem patlıcan salatası tarifi verebilen; hem bir yerde oturup garsonlarla konuşulabilen kişiler olarak anlatır. Onlar tam birbirlerine göredir…

Edip, dosluklarının yanısıra Tomris’e olan hayranlığını ise saklayamaz. Birlikte vakit geçirdikleri bir gecenin sonunda peçeteye şu sözleri karalar: “Tomris rakıyı çok severdi, bense onu…” Tomris Uyar’ın doğum günü olan 15 Mart için şiirler yazar.


Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle Ve yarışırsa ancak Monet’nin Kadınlarına yaraşan giysilerinle Gördüm de Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Mart ayında patlıcan, ağustosta karnabahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde

Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.


Tomris Uyar ise Cansever’i her zaman iyi bir dost ve değerli bir şair olarak sevmiştir. Bu hislerini de şöyle ifade eder: “Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana.”

ÖLMEME GÜNÜ


Turgut Uyar, Edip Cansever, Tomris Uyar, Cemal Süreya, Öykü Tamer, Can Yücel gibi birçok usta Rumelihisarı’ndaki bir mekanda bir araya gelir. Destina isimli bir hanımın masaya yaklaşıp “vücudumda bir iğne dolaşır durur, kalbime gelince öleceğim” demesiyle başlar herşey. Ölümden ve ölümsüzlükten açılan konu gece boyunca derinleşir; şiir olur, hikaye olur… Turgut Uyar’ın masaya getirttiği rakı şişesine herkes imzasını atar. Ve bundan sonra her yıl 26 Mart günü, aynı yerde buluşmaya söz verirler.


Ölümsüzlük günü buluşmaları, 22 Ağustos 1985’te Turgut Uyar’ı kaybedene kadar devam eder…


Edip, yakın dostu Turgut’un ardından 28 Mayıs 1986’da vefat eder. Eşi Mefharet Hanım’ın dost sofraları ise Edip’i ve eski günleri anmak için her yıl onun ölüm yıldönümünde tekrar kurulacaktır.

Cemal Süreya, dergilerde yayımlanan günlüklerini topladığı “Üstü Kalsın(1991)’ın bir çok bölümünde, sanat ve hayat serüvenlerinin iç içe olduğu yakın arkadaşı Edip Cansever’in ardından, üzüntüsünü ve özlemini dile getirmiştir.

561. GÜN

…Edip’i anlatacaktım… Günler var ki bir şey yazamadım. Yazmak bir tat, bir tutku olmaktan çıktı benim için. Bilmem yetiş­mek için mi kaçmak için mi? Edip’in ölümü gerçekten sarstı beni.”

Edip’in şiir tutkusunu ise şöyle anlatır Süreya,

Yeşil ipek gömleğinin yakası
Büyük zamana düşer.
Her şeyin fazlası zararlıdır ya,
Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”



Yakın dostu olan Edip’i kaybedince de şu sözler dökülür ağzından: “Galiba Edip’in bana yaptığı tek ihanet ölmesiydi…” Turgut, Edip ve Cemal Süreya’nın ölümlerinin ardından bir başına kalır Tomris. Nihayetinde, 2003 senesinde sevdiklerine kavuşacaktır.


SONA KALSA

Tam kalbimin üzerine bu akşam.

Ölüm

Sen en güzelsin bu saatlerde

Büyütmüş yetiştirmişsin beni

Söyler miyim hiç sana hayran olmasam.

Bugün de ince, bugün de kırıldı kırılacak

Bugün de

Tam nerede kalmışsam.


Edip Cansever



Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın