Kıskançlığın Rengi

Vassiliki Baroness von Ruffin adını bugün kim hatırlar? Hiç kimsenin hatırlamadığını varsayabiliriz. Baroness von Ruffin 1960 ve 1970’li yıllarda dünya müziğine tam anlamıyla damgasını vurmuş bir şarkıcıdır. Adının tanıdık gelmemesi ise sahnede farklı bir isim kullanmasından kaynaklanmaktadır: Vicky Leandros. Leandros Grek asıllıdır ve Korfu adasında doğmuştur. Babasının kariyer amaçlı gittiği Federal Almanya’ya 1958 yılında o da göç eder. Leandros’u ilk üne kavuşturan parçası 1967 yılında Lüksemburg adına katıldığı Eurovision şarkı yarışmasında seslendirdiği “Love is Blue” (özgün adıyla: L’amour est bleu) olmuştur. Leandros yarışmada ancak dördüncü olabilir ve ilerleyen yıllarda Love is Blue, Sandie Shaw’un birinciliği kazanan “Puppet on a String” isimli parçasından daha büyük bir üne kavuşur. Aynı yıl Paul Mauriat şarkıyı enstrümantal olarak yeniden düzenler ve bu düzenleme 1967 yılında “Billboard” listelerinde on bir hafta liste başı olur. Love is Blue, adı üzerinde, hüzünlü bir şarkıdır.

Özgün sözleri Pierre Cour tarafından yazılan, bestesi ise André Popp’a ait olan parça yitip giden bir aşkın ardından sökün eden duyguları renklerle dile getirir. Mavi (hüzün), giden sevgiliden arta kalan dünyanın rengidir; gri, yaşamı simgeler; kırmızı, yapayalnız kalınan bir yatakta giden sevgiliye ağlamaktan kızaran gözlerdir; yeşil, kıskanç kalptir ve siyah özlemle geçen yalnız gecelerin rengidir. İngilizcede çeşitli duyguların karşılığı olan renkler ile Türkçedekiler neredeyse aynıdır. Ancak yeşil kuralı bozmaktadır. İngilizcede “yüzün yeşile dönmesi” kıskançlığı belirten bir deyimdir. Türkçede ise, yeşil veya yemyeşil sözcüklerinin anlamları, mide bozukluğu veya zehirlenme belirtisi dışında, genel olarak olumludur. Türkçede de İngilizcede olduğu gibi her duygunun bir rengi olmasına karşın kıskançlığın karşılığı, her nedense, boş bırakılmıştır. Moderniteye geçmiş ülkelerde kıskançlıktan doğal bir duygu olarak rahatça söz edilmesine karşın Premodern ülkelerde bu duygunun bir tabu olması şaşırtıcıdır. Daha da şaşırtıcı olan, kıskançlığın Modernitede bireysel bir duygu olarak varlığını sürdürmesine karşın Premodern ülkelerde toplumsal bir norm olmasıdır.

Premodern ülkelerde kıskançlığı toplumsal bir norm olmaya yönelten nedenler konusundaki araştırmalar yeterli değildir. Bu konudaki zorluk, sorunun disiplinler arası ve belirsiz bir alanda yüzmesinden kaynaklanmaktadır. Bu yazının hedefi paradoksal ve muğlak bir kavramı ekonomi politik açıdan analiz etmektir. Konuya ilişkin ilk çalışmalardan biri Edward C. Banfield adlı bir Amerikalı siyaset bilimci tarafından gerçekleştirilmiştir. Banfield, 1955 yılında ailesi ile birlikte güney İtalya’daki Chiaromonte isimli bir dağ köyüne yerleşerek uzun süre burada yaşamış ve bulgularını 1958 yılında “The Moral Basis of a Backward Society” adlı kitabında yayınlamıştır. Banfield’a göre geri kalmış toplumların temel özelliği bireylerinin topluluğun ortak çıkarları için bir araya gelememesidir. Topluluğun bireyleri bunun yerine aile çıkarlarını gözetmeyi ön plana almakta ve bu tutumlarını toplum çıkarlarının aleyhine bile olsa sürdürmektedir. Toplumun buna paralel diğer özellikleri ise karşılıklı güvensizlik, kıskançlık ve şüpheciliktir. Öyle ki bu topluluğun bireyleri yeni aldıkları bir eşyayı, başkalarının kıskançlığını davet etmemek için, akşam karanlık bastıktan sonra evlerine getirmektedir. Banfield geri kalmış toplumlardaki aileyi en önemli olgu olarak kabul eden bu tutumu “amoral familism” olarak tanımlamaktadır.

Amoral familism olgusunun hem geri kalmışlıktan kaynaklandığı, hem de geri kalmışlığı sürdürülebilir hale getiren bir kısır döngü yarattığı kolaylıkla görülebilir. Bu süreçte kolaylıkla görülemeyen taraf toplumu böyle davranmaya iten nedenlerin ne olduğudur. Aslında bir insan topluluğunu olanakların çok sınırlı olduğu bir dağ köyünde yaşamaya iten nedenlerle toplumsal hale gelen kıskançlığın nedeni aynıdır: Can ve mal güvenliğinin kurumsallaşmış bir biçimde var olmaması. Kıta Avrupasında can ve mal güvenliği Grek uygarlığı ve Roma İmparatorluğundan beri güvence altına alınmaya çalışılmış olsa da Moderniteye dek bu alanda kesin bir son durak oluşmamıştır. Modernitenin kalıcı hale gelmesine yol açan en önemli etkenlerden biri kişinin özlük ve mülkiyet haklarına verdiği önemdir. Bu gelişme elbette tüm Avrupa’da ne aynı anda ne de aynı coğrafyada gerçekleşmiştir. Banfield’ın bir güney İtalya köyünde bunu 1950’li yıllarda gözlemleyebilmiş olması Modernitenin ne denli yavaş yayıldığının dramatik bir örneğidir. Kısaca söylemek gerekirse, Batı toplumlarında “hukukun üstünlüğü” (rule of law) ilkesinin yerleşmesi ve yaygınlaşmasıyla toplumsal güvenin, özellikle devlete karşı güvenin, yükselmesi paralel gitmektedir. Bireylerin birbirlerine olan güvenlerinin artması ise karşılıklı şüphe ve kıskançlığın, toplumsal bir norm olarak, zamanla yok olmasına neden olmaktadır.

Modernitedeki bu sürecin hukuk yoluyla analiz edilmesi geri kalmış toplumlar için de benzer açıklamalar getirmeye olanak tanımaktadır. Geri kalmış toplumlar, genel olarak Doğu toplumları, Batının evrensel hukuk serüvenine hiçbir zaman ortak olamamıştır. Doğu hukukunun iki temel özelliğinden ilki din kitaplarından kaynaklı hükümlerin cahilane veya oportünist yorumlarından oluşması, ikincisi ise hukukun üstünlüğü yerine “kanunla yönetilme” (rule by law) ilkesine dayanmasıdır. Bu nedenle Doğu hukuku her zaman ve her yerde yöneticilerin çıkarlarına dayalı bir despotik hukuk olagelmiştir. Despotik hukukla yönetilen ülkelerdeki en büyük tehlike ise, dağları bekleyen eşkıyalardan değil, devlet ve devletin yöneticilerinden kaynaklanmaktadır. Bu tip ülkelerde bireylerin ne yaşamı ne de mülkiyet hakları güvencede değildir. Bu nedenle evrensel hukuku tanımayan Doğu toplumlarında ne kapitalizme ne de Moderniteye geçilememektedir. Yine aynı nedenle, Doğu toplumlarının devletleri vatandaşlarına güvenmemekte, onlara şüpheyle yaklaşmakta ve yeri gelince de servetlerini kıskanmaktadır. Devletten kaynaklanan bu olumsuz tutumun zamanla toplumun her kesimine nüfuz ederek söz konusu toplumları kıskançlığın bir norm olduğu topluluklara çevirmesi de şaşırtıcı değildir. Bu çalışmadaki Doğu ve Batı kavramları kuşkusuz coğrafi değil hukuki bir anlam taşımaktadır. Günümüzde, hukukun üstünlüğünün evrensel olarak kabul görüp uygulanmadığı her toplum, hangi kıtada olursa olsun, Doğu toplumudur.

Despotik hukukun ekonomik sonuçları ise tahmin edilebilecek düzeylerin ötesindedir. Böyle bir hukuk sisteminin egemen olduğu ülkeler için söylenebilecek ilk söz, her an mülkiyete el konma tehlikesi nedeniyle, bireylerin varlıklarını resmî ekonomi içinde tutmaktan kaçınması, dolayısıyla verimsiz yatırımlara yönelmesidir. Sonuç olarak, Doğu ülkelerinde sermaye birikimi kesintisiz bir süreç halinde yürüyememektedir; işlerin iyi olduğu dönemlerde biriktirilen sermaye, sık rastlanan kriz yıllarında yok olmaktadır. Doğu toplumlarındaki bir diğer ekonomik paradoks da, modern kapitalist sistemlerde sermayenin kâr oranı doğal sınırlar içinde gezerken, Doğu toplumlarında olağan kâr oranının hiçbir anlam taşımamasıdır. Bu paradoks, Doğu toplumlarındaki bireylerin diğer bireylerin haklarına el uzatmalarına olanak tanıyan ahlak dışı bencilliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, Doğu ülkelerindeki kazançlar normal ekonomik düzenlerdeki kârlardan değil, başkalarının, özellikle toplumun, haklarını gasp etmekten kaynaklanan rantlara dönüşmektedir.

Doğu ülkelerindeki rant düzeni konusu uzun süre ekonomi politiğin ilgi alanında kalmış ve önemli çalışmalar yayınlanmıştır. Bu alandaki ilgiye değer bir çalışma, uzun yıllar Türkiye ve Hindistan’da çalışan, Anne O. Krueger tarafından yapılmıştır. Krueger ülkemizde daha çok Uluslararası Para Fonu Birinci Başkan Yardımcılığını yaptığı dönemde tanınmıştır. Krueger’ın Türkiye ve Hindistan hakkındaki gözlemlerine dayanan ünlü makalesi (The Political Economy of the Rent Seeking Society) 1974 yılında “The American Economic Review”da yayınlanmış ve oldukça ses getirmiştir. Krueger’a göre piyasa ekonomisine dayalı ülkelerde hükümet müdahaleleri çeşitli rantların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu rantlardan bazıları yasal formlarda olurken diğerleri rüşvet, suistimal, kaçakçılık ve kara borsa şeklinde ortaya çıkmaktadır. Krueger hükümetin ekonomiye müdahalesine model olarak dış ticaret alanında getirilen kota ve kısıtlamaları almaktadır. Herhangi bir ürünün ithalatına kota konulmasıyla ithalatçılar arasında bir yarış başlamaktadır. Olağan yollardan bu kotaları alamayan ithalatçılardan bazıları işi rüşvete diğerleri ise kaçakçılık ve kara borsaya dökmektedir. Bu sürecin sonunda mallar ithal edilse bile, kimsenin umursamadığı, piyasa fiyatından değil kara borsa fiyatından satılmaktadır.

Krueger’ın sözünü ettiği rantlar sadece ithal fiyatlarından kaynaklanmamaktadır. Tüm toplumu rant peşinde koşmaya iten asıl neden bürokrasinin bu rantlardan pay kapma yarışıdır. Krueger’a göre Batı ülkelerindeki hükümet görevleri, özel sektörden daha az maaş ödenmesine karşın, hem prestijli hem de çok yüksek eğitime dayanan rekabetçi bir yapıdadır. Doğudaki hükümet görevleri ise genellikle düşük maaş ödenen pozisyonlardır ancak bu mevkiler için rekabet, eğitimden bağımsız olarak, Batıdakinden daha fazladır. Bu tuhaf durumun nedeni Doğu bürokrasilerindeki kazançların sadece maaştan ibaret olmaması, rüşvet, suistimal ve nüfuz kullanarak daha fazla gelir elde edilebilmesidir. Dolayısıyla Doğu bürokrasileri, kanun ve düzeni sağlamak veya ekonomik gelişmeye yardımcı olmak şöyle dursun, toplumsal çürümenin en önemli kaynağı olmaktadır.

Özetle söylemek gerekirse kıskançlık, hukukun hükümran olamadığı Doğu ülkelerinin toplumsal hastalığıdır. Bu hastalık aynı zamanda toplumsal geri kalmışlığın daha da derinleşmesine neden olan bir sarmal yaratmaktadır. Bu geri kalmışlıktaki kıskançlığın payı öylesine ustalıkla gizlenmiştir ki bir rengi bile yoktur. Doğu ve Batı arasındaki kıskançlık asimetriktir de. Batıda bireyler kendilerinden daha iyi durumda olan diğerlerini kıskanır veya imrenir ve onların düzeyine çıkmaya çalışırken, Doğuda layık olmadıkları mevki ya da servete ulaşan insanlar bunları emekleriyle kazananları kıskanır ve onları yok etmeye çalışır. Leandros’a gelince… Eurovision’daki şanssızlığını 1972 yılında yener ve yine Lüksemburg adına katıldığı yarışmada “Après Toi” (Senden Sonra) adlı bir başka hüzünlü parçayla birinciliği kazanır: “Senden sonra, artık yaşayamayacağım, gözlerim yaşlı, ellerim boş ve kalbim sevgisiz olacak… Senden sonra, bir gün, şefkatimi vermeyi başarsam bile sevgimi vermeyeceğim”

Bunları da sevebilirsiniz