Sıradanlıktan Olağanüstülüğe: Atatürk Modeli

Geri kaldık. Orası kesin.

Kalkınmalıyız. E bu da kesin. Güçlü olmalıyız! Bu ise muhakkak.

Ama nasıl? Hangi kaynakla? Nereden başlanarak?

Kaynağın bulunduğuna dair sayısız yazı yazılıp çizildi. Bu nedenle şimdilik bu konuya kenara koyalım.

Nereden başlanarak hangi rota izlenecek? Yanıtı en basmakalıp olan soru belki de bu.

Batılı ne yapmış? Aynı yol izlenmeli. Yani önce coğrafi keşifler, coğrafi keşifler için gereken pusula yapımı, optik alanında çalışma ve mercek imalatı, sonrasında buharlı makinalar, bir yerden sonra elektrik, arabalar, sonra uçak, hatta, neden olmasın, uzay gemisi, savaş sanayii, nihayetinde elektrikli arabalar, gezegenlere yolculuk…

Ya da önce kültür? Önce dindar veya ahlaklı insan yetiştirmek… Sanki bilim ve modernite insanı ahlaksızlaştırıyormuş gibi.

Belki de bizi yollarda bırakan bu yanlış “ya… ya da…” mantığı ve kopyacılıktır.

Birinci yol yapılmış olsaydı, henüz toplu iğne üretemeyen genç cumhuriyet 1926’da uçak fabrikasını kuramazdı. Ne de olsa uçağa kadar üretilecek daha pek çok şey vardı. Önce buharlı gemiler, mercekler…

İkincisinin nasıl yapılacağı hala meçhul.

Belki de Atatürk’ten örnek almak gerekiyordur, işin kolayına kaçmadan ama.

Batı’nın en ileri aşamasına bir sıçrayışta varmaya çalışan bir azim ve kararlılıkla uçak üretimine doğrudan katılmak gerekiyordur belki de.

Önce jeotermal, hidroelektrik, nükleer santral sonra güneş panelleri demek yerine belki de doğrudan güneş enerjisini daha da iyi değerlendirme seçeneklerinden başlayıp Batı’nın en ileri olduğu yere doğrudan uzanmalıyız, Batılı’nın bize sunduğu reçeteyi yırtıp atarak.

İslam’ın altın çağında, mümeyyiz olmak (temyiz kudretine sahip olmak) kişinin ticarette kendisini zarara uğratacak işlerden uzak durup karlılığa yönelmesiyle ölçülüyordu. Ama bunun için ticarette güven, denetim ve disiplin gerekmektedir. Yoksa, en yetişkin birey bile dolandırılıp zarara uğratılabilir. Belki de ahlak burada yatıyordur, sıkı mali disiplin, kişiler arasında farklılık tanımayacak denli katı ama hayata uyabilecek denli esnek yasaların yaratılıp uygulanmasında.

Mali disiplin, ticarette güven, idari işlemlerde denetim olacak ki insanlar geleceğe ve ülkemizin üretilen değerlerine yatırım yapacak, yılları yılı çalışıp didinecek ve nihayetinde emeklerinin karşılığını alacağı inancının boşa çıkmadığını görecek. Aksi takdirde, ölme eşeğim ölme!

Ahlak ve kalkınma soyut bir şekilde tarif edildiğinde ulaşılması imkansız çobanyıldızlarıdır yalnızca. İstikameti gösterir ama çoban, tepeleri de aşsa göğe asla ulaşamaz bu yıldıza bakarak. Amaç köyü bulmaksa güzel. Ama uzaya gitmekse havaya baka baka ancak çukura düşer insanın ayağı.

Atatürk’ün öğrettiği ve gösterdiği gibi sağlam adımlar atacaksın. Son kuvvetimizi de tüketene kadar ağır ağır yürüyüp susuzluktan gebermektense, son kuvvetimizle ovaya, zafere atılmalıyız. Yoksa bütün gün “adamlar yapmışlar abi” diye diye başkasının patikasından hayran hayran takip ederiz baştaki çobanı.

“Aman sen de!” deriz ya çoğumuz sıradan dertlerimizi düşünerek, “kim atılacak o şanlı kavgaya, kim uğraşacak tüm bunlarla”. Ne de olsa hepimizin derdidir, kirayı denkleştirmek, kendimize dikkat edip hastaneye düşmemek, düşersek sigortayla kavga etmek, kavgada yenilirsek hastalıktan kurtulmak yetmiyormuş gibi sağlık sistemini meşgul edişimizin bedelini ödemek, çocuğunu okula yazdırmak, okula yazdırdıktan sonra evladını 10 yıl sınava sokup çıkarmak, çocuğunun yüksek lisansına, doktorasını destek olup işe girebilmesi için onu bunu aramak ve nihayetinde iki dilli çocuğunu kirasını ödeyemediği bir eve yerleştirip evini temizlemek, eş bulmak, eşini konu komşuya beğendirmek, sonrasında evlenmek, 3 saatlik düğün için 2 yıl borç ödemek, sonrasında ev kurmak, konu komşu için alınan öte berinin taksitlerini öderken ev eşyalarını içi titreyerek kullanmak, patronla, amirle veya iş arkadaşınla kavga etmeden eve dönmeyi başarmak, sahi bir de işe gidip gelmek var, hele İstanbul’daysan bir de toplu taşımada köşe kapmaca, ayakkabının boyasını koruma, yaşlıya yer verdiğin o süre içerisinde başkasının o yere çöreklenmesine engel olma kavgası vermek, tüm bunlar içerisinde bombaların patlamayacağını düşündüğün güzergahtan işe gidip gelmek, eve gelince yemek yapmak, yemeği hazırlamak, devlet dairesinde işin olduğunda iş yerinden izin almak, yakınlarınla ilgilenmek, sevdiklerinle vakit geçirebilmek için uykusuz kalmak, borçlar biriktiğinde yeni borçlar alarak öncekileri sıfırlamak, iftiralardan, alçaklıklardan ve dost kazıklarından da sağ çıkamazsan anti-depresan kullanmak, bu kez uyanamamak, yorgunluktan ölü gibi yaşamak, ya da yaşaya yaşaya vergi ödeye ödeye hayal kırıklıklarıyla ve sahte umutlarla adım adım ölmek.

İşte tüm bu “sıradan” dertlerimiz nedeniyle kavgaya atılmıyoruz diyoruz ya kavganın en çetin ve en acımasız olanının içerisindeyiz ve daha hala kavgadan kaçtığımızı sanıyoruz. “Sıradan” dertlerimiz bu kadar ortak olduğu halde, Alevi-Sunni, Türk-Kürt, Sağcı-Solcu, Evetçi-Hayırcı diye bölünmeyi başarabiliyoruz. Oysa, görebilsek ortak dertleri, o “sıradan” ama bitmeyen tükenmeyen dertleri ancak ve ancak birlikte, bilimin rehberliğinde çözebileceğimizi bir görebilsek o zaman cennete çevireceğiz ülkemizi.

Küçük umutlarda değil, “sıradan” dertlerimizde birleşelim, “sıradan” dertlerimize “sıradan” çözümler getirelim yoksa “sıradan” dertlerimiz daha da “sıradanlaşacak” ve cennet kılacağımız bir ülkemiz olmayacak.

“Sıradan” dertlerimizi ortaya döküp onları birlikte sırtlayabilmemiz için bir olalım, birlik olalım “sıradan” hayatımızı olağanüstü bir hale getirelim. İşte o zaman OHAL’leri değil olağanüstü ülkemizi konuşur dünya!

Bunları da sevebilirsiniz