Özgür Zihinler, Sistem Eleştirisi, Sağlıklı Üslup: Akademik İklim Değişiyor

26-28 Eylül tarihleri arasında Belgrad’da düzenlenen uluslararası bir konferansa katıldım. Bu ay, yazımda bu konferansta dikkatimi çeken önemli bir nokta üzerinde duracağım. Öncelikle etkinlik hakkında birkaç genel bilgi vererek başlamak istiyorum. Etkinliğin başlığı “Politics of Enmity: Can Nation ever be Emancipatory” (Düşmanlık Siyaseti: Millet Özgürleştirici Olabilir mi?) idi. Konferans, “Figuring out the Enemy: Re-imaginining Serbian- Albanian Relations” (Düşmanı Anlamak: Sırp-Arnavut İlişkilerini Yeniden Tasavvur Etmek) adlı uluslararası bir proje çerçevesinde düzenlendi. Proje genel olarak, Sırplar ve Arnavutlar arasındaki düşmanlığı ortadan kaldırmak için, ortak görüşleri ve gelenekleri vurgulamayı, bu iki toplum arasında işbirliğini desteklemeyi hedefliyor. Sosyal bilimlerin farklı alanlarında çalışan Sırbistan’dan, Arnavutluk’tan ve Kosova’dan yaklaşık 30 araştırmacı projenin sürdürülmesine katkıda bulunuyor. İsviçre Bölgesel Araştırma Destekleme Programı tarafından desteklenen proje, Belgrad Üniversitesi Felsefe ve Sosyal Teori Enstitüsü ve KPZ Beton tarafından yürütülüyor.



Konferansın çağrı metnini okuduğumda, açıkçası savunacağım görüşlerle konferansa kabul edilme olasılığımın düşük olduğunu düşünmüştüm. Çünkü çağrı metninde, küreselleşmenin olumlu ve olumsuz etkilerine dikkat çekilmekle birlikte, millet kavramı oldukça sınır-aşırı bir bakış açısıyla ele alınmıştı ve millet kavramının düşünceleri şekillendirmede kurucu bir rol üstlenmesini reddeden katkıların özellikle destekleneceği belirtiliyordu. Çağrı metnine şöyle bir bakarak, etkinliğin tamamen Avrupa Birlikçi, küreselleşmeci ve sorunların aşılmasını, egemenliğin ortadan kaldırılmasına dayandıran bir etkinlik olacağı izlenimine kapılsam da, bir özet hazırlayarak gönderdim.

Özetim (ve sunumum) küreselleşmenin merkez ve çevre üzerindeki çatışan etkilerini konu edinen ve 1970’lerde başlayan “küreselleşme”yi neoliberalizm üzerinden okuyarak “küreselci proje” şeklinde değerlendiren bunun da gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki çatışan sonuçlarını ele alan bir metindi. Sunuma kabul almak beni şaşırttı açıkçası. Bildirimin tam metnini hazırlarken, hatta sunumun yapılacağı salona giderken, kendimi dört bir yandan gelecek eleştirilere hazırlıyordum. Fikren. Konferansın açılış konuşmasını, UCLA (Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles) sosyoloji bölümünün önemli bir profesörü olan Rogers Brubaker yaptı. Millet kavramı üzerine değil, daha çok yakın çağda etkisini arttıran dinsel kimlikler üzerine sunum yapan Brubaker’ın vurguladığı noktaları oldukça yerinde bulduğumu belirtmeliyim.

Brubaker’ın benim açımdan olumlu olan başlangıcına rağmen, sunumumun kuvvetli eleştiriler alacağına yönelik varsayımım değişmemişti. Ancak, öğleden sonra ilk oturumda sunduğum bildiri, hiçbir olumsuz eleştiri almadı. Üstelik sunumumu tamamladıktan sonra Beyrut Amerikan Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde hoca olan Robert Gallagher yanıma kadar gelerek kartını verdi ve sunum metnimi okumak istediğini, izin verirsem kendi çalışmalarında metnimden yararlanmak istediğini söyledi. İnanılmaz bir şaşkınlık ve memnuniyetle kabul ettim. Amerikalı bir profesör, anti-kapitalist, anti-emperyalist olan ve ciddi bir sistem eleştirisi üzerine kurulu bildirimden yararlanmak istediğini söylüyordu. Oturumun sonunda ayaküstü yaptığımız sohbette, bu kadar anti-kapitalist bir çalışma yapmana Türkiye’de nasıl izin veriyorlar diye sordu, Türkiye’de çok özgür bir akademik ortamımız olduğunu söyledim. O zaman Türkiye’ye taşınıyorum diye yanıt verdi. Gülüştük.

Milleti, kuramsal olarak, olgular çerçevesinde, eleştirel ve çok yönlü ele aldığımız ilk günün sonunda, gerçek anlamda izbe bir yerde, televizyon çekimlerinin de yapıldığı ve içerik olarak hayli ilginç bir panele katıldık. Panelistler arasında, Sırbistan’ın AB baş müzakerecisi Tanja Miščević, Arnavutluk Dışişleri Bakan Yardımcısı Odeta Barbullushi ve eski Sırbistan-Kosova başmüzakerecisi Borko Stefanovic de bulunuyordu. Siyasetçi olan panelistlerin konuşmalarında Avrupa Birliği vurgusu ön plana çıkıyordu. Hatta Miščević tarih boyunca ilk defa, Sırplar’ın ve Arnavutlar’ın ortak bir amaca sahip olduğunu belirtti. Bu amaç Avrupa Birliği üyeliği idi. Ancak, gazeteci ve akademisyenlerin vurguları, Avrupa Birliği’nin geleceğinin belirsiz olduğu, Arnavutlar ve Sırplar arasındaki dostluğun Arnavutlar’a ve Sırplar’a dayanması gerektiği yönündeydi. Bu bağlamda tekrar söz alan Miščević AB’ye barış inşa etmek için gerekli olan evrensel ilkelerin kurulması bağlamında araçsal yaklaştıklarını belirtti.

Son 30-40 yılını çok kanlı çatışmaların, etnik kavgaların ve hatta dış askeri müdahalelerin gölgesinde geçiren bir coğrafyada, yaşanan kötü olayların hatırası bu kadar canlıyken, bu denli sağlıklı bir tartışma ortamının sağlanabilmesi beni inanılmaz şaşırttı. Bu sağlıklı tartışma ortamın oluşturulabilmiş olması ise bu bölgenin geleceği ile ilgili beni umutlandırdı. Siyasilerin, çözümü AB’nin “birleştirici” ve “uzlaştırıcı” gücüne dayandırma çabasına karşılık, akademisyen ve gazetecilerin çözümü özgüçlerine dayandırma çabası ise bence takdire değerdi. Ancak beni asıl etkileyen durum, konferansın ardından konferansı değerlendirdiğimde kafamda şekillenmeye başladı. Bu düşünme sürecini en fazla etkileyen şey ise diğer bir paneldi.

Güncel tartışmalara ışık tuttuğunu düşündüğüm tartışma, “The Return of the National Borders and the Rise of Extremism in Europe” (Milli Sınırların Geri Dönmesi: Avrupa’da Aşırıcılığın Yükselişi” başlığını taşıyordu. Panelistler, CEU (Central European University), Cambridge, Exeter, Belgrad ve Varşova üniversitelerinden akademisyenlerdi. Farklı deneyimlere sahip, farklı ülkelerden gelen akademisyenlerin sürdürdüğü tartışma ortamında baskın çıkan görüş bana dünyada konjonktürün ve akademik tartışmaların içeriğinin ciddi anlamda dönüşüm süreci geçirmekte olduğunu gösterdi.

Cambridge ve Exeter’den katılan hocaların hayli liberal ve Avrupa Birlikçi denilebilecek yorumları, izleyici ve panalistlerden eleştiriler aldı. Eleştiri noktaları fikrimce önemliydi. Eski Doğu Bloğu ülkelerinden katılan akademisyenler, genel olarak dünya üzerindeki mevcut istikrarsızlığı, neoliberalizme ve hatta kapitalizme dayandırdılar. Avrupa Birliği’nin çifte standartları; Ukrayna’da, Ortadoğu’da faşizmi ve aşırıcılığı nasıl desteklediği; neoliberalizmin vatandaşlığa dayanan millet kimliğini törpüleyerek aşırıcılığın önünü nasıl açtığı konuşuldu. Bugünkü istikrarsızlığı doğuran unsurun milletin yükselişi değil, etnisitenin yükselişi olduğundan ve bu fenomenin modern öncesi kökenlerinden bahsedildi. Çocukluğunu ya da gençliğini komünist yönetimlerin muhtemelen en sorunlu dönemlerinde geçiren bu aydınların kapitalizm eleştirisi şaşırtıcıydı. Çünkü bu tartışma, bütün siyasal-toplumsal alanı olduğu gibi akademiyi de baskılayan neoliberal, temelsiz, çarpıtılmış “demokrasi” ve “özgürlük” mitolojisine dayanan görüşlerin, bu zihinleri satın alamadığını ya da ideolojik hegemonyanın aşınmasıyla zihinlerin yeniden özgürleşmeye başladığını gösteriyordu. Bundan beş sene önce geri kafalılıkla, pejoratif anlamda komünistlikle itham edilecek olan konuşmalar alkışlandı.

O akşamki tartışmalar bir bakıma benim sunumunun bir prototipini temsil ediyordu. İngiliz ekolünden gelen hocaların savundukları noktalar, seçici şekilde odaklandıkları tarih, benim neoliberalizmin her alanı baskılaması olarak nitelendirdiğim görüşlerken, eski komünist ekolden gelen hocalar ve eleştirel seyirciler bir sistem eleştirisi üzerinden ele aldılar sorunu. Bence de doğru olan tutum buydu. Bu tutumun arzulanan kadar cüretkâr olmasa da, akademik bir tartışma ortamını baskılamaya başladığını görmek umut vericiydi.

Daha da önemlisi Avrupa Birliği’nin desteklediğini düşündüğüm, Balkanlar’dan Türkiye’den, Doğu Avrupa’dan, ABD’den, Batı Avrupa’dan geniş bir katılımın olduğu bu etkinliğin geneline bu görüşlerin ve sağlıklı bir sistem eleştirisinin egemen olmasıydı. Anlaşılan o ki, ABD’nin olduğu gibi AB’nin de paraya dayanan ve ardı ardına gelen krizlerle aşınan koalisyonu, ikna etme gücü, kitleleri manipüle etme yeteneği giderek zayıflıyor. Bu süreci iyi yürütmek, sistem eleştirisini doğru yerlerden yapmak, hegemonik görüşleri doğru yerlerden eleştirerek gerçeklikten kopukluğunu ve bu görüşlerin ne şekilde araçsallaştırdığını her akademik platformda korkusuzca dile getirmek, gücümüzü gerçeklerden ve bilimden almak cepheyi iyice genişletecektir.

İşin özü, iklim değişiyor, krizler fırsatlar sunuyor. Umut insandandır… Ben Belgrad’tan umutla döndüm. Darısı başınıza.

Bunları da sevebilirsiniz