Hayatta mutlu ve huzurlu olabilme sürecini uzun tutmanın iki yolu vardır. Bunlardan biri inandığın şeyler uğruna savaşmak ve sonucunda bedel ödesen bile o zafer meşalesini elinde tutmaktır. Diğer yol ise her şeyden kendini soyutlayarak, etrafında yaşananlara göz yumarak nefes alıp vermektir.
Ömrümüz bir şeyler elde etme mücadelesiyle geçiyor. Hep yeni şeyler peşindeyiz. Bu peşinde olduklarımız kimi zaman maddi, elle tutulur somut şeyler olduğu gibi kimi zamanda elle tutulmayan ama ruhsal olarak hissettiğimiz soyut duygularda olabiliyor. Ömür denilen bu süreç insanoğlunun bu doyumsuzluk hissinin yarattığı arayış ve çabadan ibarettir.
Bu doyumsuzluk ve hep daha iyisini bulma duygusu sahip olduğumuz şeyleri değersizleştirdiği gibi hayatında anlamsız hale gelmesine sebep oluyor. Elimizdeki cep telefonundan evimizdeki koltuğa kadar hayatımızdaki her nesnenin daha iyisini ve yenisini alabilme çabası içindeyiz. Oysaki en yeni çıkanını alma çabası içinde olduğumuz birçok ürün eskisinden çok farklı olmadığı gibi hayatımıza da çok da bir işlev katmıyor.
Hayatımızdaki bu tüketim çılgınlığı ve maddi nesnelerin sirkülasyonu zamanla manevi hayatımıza da yansımakta ve aslında o kıymetli olan bir çok duyguyu sıradanlaştırıp metalaştırabilmektedir. Arkadaşlarımıza, ailemize, sevdiğimiz insanlara duyduğumuz hislerde sahteleşmekte ve anlamını yitirmeye başlamaktadır. Elimizdeki telefonun üst modelini alabilme çabasını ne yazık ki arkadaşlıklarımızda ve özel hayatımızda da gösterir olduk. İnsanları oldukları gibi artılarıyla ve eksileriyle kabullenmek yerine daha iyisini bulurum ümidiyle hayatımızdan çıkarır olduk. Tabi yapılan bu değişimler sonucu zamanla hayatta anlamsız hale gelir oldu.,
Anlamsız değişimlerden oluşan bu süreç sonucunda bireyden başlayan bu mutsuzluk dalgası zamanla topluma yansıyor. Bu dalganın içinde birey bir şeylerin çabasını verirken etrafında olanlara duyarsızlaşıyor ve kendini her türlü olan toplumsal olaydan ve kargaşadan soyutluyor. Bu vurdumduymazlık da onu hissizleştirerek tepkisiz hale getiriyor.
Etrafımızda yaşananlara bakıldığında gamsız ve vurdumduymazlık konusunda bir ahlaki tartım içine giriyorsun ister istemez. Okullarda ve sokaklarda yaşanan kadın cinayetleri, tecavüz ve tacizler sonucu intihara sürüklenen gencecik insanlar, ve en sonunda güneydoğudaki vahşetin ülkenin tam da ortasına sıçraması ve yirmi dokuz kişinin canına mal olması…
Ülkenin bu kara tablosu, insanı ister istemez içinde olduğu karamsarlıktan daha zifiri karanlığa itiyor. Fakat hayata tutunmanın ve yaşamı daha anlamlı kılmanın tek yolu ufakta olsa umudun peşinden gitmekle oluyor.
Mart ayı uykuda olan doğanın uyanışı ve bu uyanışla birlikte yeni umutların filizlendiği dönemin başlangıcı. Anayasa mahkemesinin Can Dündar ve Erdem Gül için verdiği karar bu karanlıkta ufakta olsa bir ışığın olduğunun göstergesi oldu. Ülkenin bu karanlık gidişatında belki de bir dönemeç oldu bu karar ve belki de yeni dönemeçlerinde habercisi.
Ülkemizin daha aydınlık olabilmesi için böylesi kararlara çok ihtiyacı var. Bir yerlerde adaletin işlediğini görmek yine de insanı heyecanlandırıyor ve umutlandırıyor. Yaşananlara sırtımızı dönüp duyarsızlaşarak mutluluk ve huzur bulmak yerine, olanlara sessiz kalmayarak ve mücadele ederek kazanılan zaferlerin heyecanında mutluluğu ve huzuru aramalıyız…