2015’in Penceresinden Dış Politikaya Bakarken

2014 yılını geride bıraktığımız şu günlerde, Türkiye’nin dış politikasında araştırmacılar açısından oldukça ilgi çekici bazı hamleler gerçekleşiyor. Bu hamlelerin en kestirme çözümlemesi, «Batı” dünyası karşısında «Doğu” alternatifinin güçlendirilmeye çalışılması” şeklinde yapılabilir. Ancak, bu hamlelerin gerçekte ne ifade ettiğinin anlaşılması, yukarıdaki kestirme çözümlemeden daha derin çözümlemeler yapmayı gerektiriyor. Bu sebeple öncelikle Doğu ile yakınlaşma olarak yorumlanan bu hamlelerin neler olduğuna bakıp, ardından bu hamlelerin geniş bir bağlamda nasıl değerlendirilebileceğine ve gelecek için ne ifade edebileceğine odaklanmak gerekiyor.

Erdoğan’ın «ilginç” hamleleri

«Doğu” dünyası ile «yakınlaşma”nın en belirginleştiği olayların başında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Türkiye’ye yaptığı ziyaret ve ziyaret sırasında gerçekleşenler geliyor. Üst Düzey İşbirliği Konseyi’nin 5. toplantısını yapmak için 1 Aralık 2014’te Türkiye’ye gelen Putin ile, Tayyip Erdoğan’ın görüşmesinde önemli bazı noktalar ön plana çıktı. Toplantıda, Türkiye ile Rusya arasında 30-35 milyar dolar civarında olan ticaret hacminin 2023’te 100 milyar dolara ulaştırılması hedefi (yeniden gözden geçirilerek) tekrar kabul edildi. Nükleer tesis inşaatı ve yeni enerji aktarım yolları dahil olmak üzere, enerji konusunda işbirliğinin derinleştirilmesi kararlaştırıldı. Ukrayna krizi nedeniyle Batı devletlerinin Rusya’ya uyguladığı yaptırımların Türkiye üzerinden aşılması görüşüldü.

Bu «olumlu” seyre rağmen, Suriye krizinin çözümü konusundaki düşünce ve eylem farklılığı varlığını açıkça hissettirdi. Bu görüşmeden çıkan sonuç kısaca, özellikle ekonomik konularda Rusya ve Türkiye’nin yakın ilişki halinde olma çabasına rağmen, bölgesel sorunlara yaklaşımda ciddi farklılığın varlığını sürdürdüğü ancak bu farklılıkların ikili ekonomik ilişkilere zarar vermemesi yönünde bir iradenin ortaya konulduğu şeklinde özetlenebilir. Bu yaklaşım, Batı ambargosuna maruz kalan ve rublesi giderek değer kaybeden Rusya ile ekonomik kriz beklentisi içindeki Türkiye açısından gayet akılcı gözüküyor kuşkusuz.

Üzerinde durulması gereken diğer önemli hamle, Erdoğan’ın, Türkiye’de, Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Genel Müdürlüğü kurulmasına yönelik talimat vermesi. Üyesi olmadığımız bir uluslararası örgütün, genel müdürlüğünün kurulmasını çok da ilginç karşılamamak gerek. Çünkü Türkiye’de Avrupa Birliği Genel Müdürlüğü de bulunuyor. Bu girişimin ne anlama geldiği ise oldukça açık. Bu girişim, Avrasya’nın örgütü olarak görülen ve hatta bazılarınca Doğu’nun Avrupa Birliği olarak adlandırılmaya çalışılan ŞİÖ’ye, uzun zamandır yaklaşan Erdoğan’ın, ŞİÖ-Türkiye ilişkilerini derinleştirmek konusundaki en somut adımı olarak görülebilir. Burada odaklanılması gereken esas nokta ise, ŞİÖ’nün sıradan bir işbirliği örgütü olmaması. ŞİÖ üye devletleri (başta Çin ve Rusya), mevcut dünya düzeninden (temelde ABD ve Avrupa emperyalizminden) duyduğu rahatsızlığı dile getiren, egemen eşitliğine dayanan adil bir dünya düzeni kurulması gerektiğini vurgulayan devletler. Türkiye ise NATO ve Avrupa Konseyi üyeliği, AB aday üyeliği ile, mevcut dünya düzeninin kurucu unsurları ile kurumsal olarak ve politikaları üzerinden geniş ölçüde ortaklığı olan bir devlet. Bu iki bileşen, kuşkusuz, Rusya-ŞİÖ ve Türkiye yakınlaşmasını daha da ilginç kılıyor.

Türkiye, dış siyasal ilişkilerinde «Doğu Cephesi”ne yaklaşırken, Batı cephesi ile ise, arasına mesafe girmiş/sokmuş gibi duruyor. Bunun en net ifadesi ise, Erdoğan’ın, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda yaptığı son açıklamalar. Fettullah Gülen ve Cemaat’e karşı baskılarını ağırlaştıran ve cemaati tasfiye sürecini hızlandıran Erdoğan, Cemaatçi gazetecilere yaptığı operasyonların AB tarafından tepkiyle karşılanması üzerine, bir bakıma AB’ye rest çekti. Erdoğan, AB’ye yönelik şu açıklamalarda bulundu: «Avrupa’da birileri peşin hüküm veriyor, beyler geçti o günler. İstediğiniz yalan haberi yapın, Türkiye aleyhine açıklama yapın. Biz kendi istikametimizi kendimiz belirleriz. (…) Türkiye sizin günah keçiniz değil. Hiç kusura bakmasınlar, biz Avrupa Birliği’nin kapı kulu değiliz. Bizi, bir defa, bir millet olma şuuru içerisinde, idraki içerisinde alacaklarsa alırlar, almayacaklarsa almazlar. (…)” (demokrathaber.net) Erdoğan’ın Rusya ve ŞİÖ ile yakınlaşma çabalarına koşut olarak «paralel” ile mücadelesi söz konusu olunca AB’ye rest çekmesi elbette üzerinde durulması gereken bir siyasal hamle.

Türk dış politikası ve «denge”

Türk dış politikası literatürüne biraz hakim olanlar kuşkusuz ki, Erdoğan’ın yukarıda bahsedilen hamlelerini Türk dış politikasının geleneksel «dengeleme” politikası kapsamında, Türk dış politikasını, Batı karşısında Doğu ile dengeleme çabası olarak değerlendirecektir. Tarihsel olarak ve genel hatlarıyla bakıldığında, Atatürk döneminden sonra Türkiye, genellikle Batılı devletlerle ittifak kurmuş, Avrupa Konseyi, NATO gibi Batı kurumlarının içerisinde yer almış ve almaya çabalamıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uluslararası ve ulusal atmosferde, iç ve dış siyasette atılan bazı adımlar, Türkiye’nin sonraki dönemdeki dış politikasını belirlemede en temel unsur olarak Türkiye tarihine kazınmıştır. Bunların başında, çok partili parlamenter demokrasiye geçilmesi, Truman Doktrini ve Marshall yardımları ile, ekonomik olarak; NATO üyeliği ile askeri olarak Batı’ya ve artık Batı’nın baskın temsilcisi ABD’ye bağımlı hale gelmesi, 1960’larda Avrupa Ekonomik topluluğuna (sonra Avrupa Topluluğu ve Avrupa Birliği’ne) üyelik hedeflerini temel dış hedefler arasına koyması gelmektedir.

Atatürk dönemi sonrası Türkiye’nin genel olarak ve kabaca «Batıcı” denilebilecek politikalarını esnettiği ve dış politikada daha az «Batıcı” olduğu dönemler elbette bulunmaktadır. Ancak bu dönemler çoğunlukla Batı’nın Türkiye’ye verdiği vaatleri yerine getirmediği ve beklentileri boşa çıkardığı dönemlerden sonra ve iç dinamiklerin etkisiyle şekillenmiştir. Örneğin, 1960’lardaki ABD-SSCB-Küba arasındaki Jüpiter füzeleri krizi sonrası, Kıbrıs sorununa ABD’nin verdiği yanıt -Johnson mektubu- sonrası ve iç dinamiklerde 27 Mayıs rüzgarı ve planlı ekonomi etkisiyle 1960’ların sonlarına doğru Türkiye’nin çok yönlü dış politika izleme girişimleri olmuştur. Benzer şekilde 1970’lerde Kıbrıs harekatından sonra ABD’nin ambargo kararı, Türkiye’de solun yükselmesi ve Ecevit hükümetleri döneminde çok yönlü dış politik hamleler yapılmış (ya da yapılmak zorunda kalınmış) tır. Bu dönemler dışında elbette, Türkiye’nin Batı çıkarlarına göre değil, ulusal çıkarlarına göre politik hamleler yaptığı birçok tekil örnek olmuştur. Ancak bunlar hep Türkiye’deki hükümetler, TSK gibi kurumlar ve kitlelerin eğilimleri üçgeninden süzülüp çıkan politikalardır. 1 Mart tezkeresinin reddi, bunlara verilebilecek açıklayıcı bir örnektir.

AKP dış politikası ve «çok yönlülük”

2002’den beri AKP hükümetlerinin dış politik eğilimi genelde bölgesel ve hatta oldukça ütopik şekilde küresel liderliğe göz diktiği için «çok yönlülüğü” savunur konumda olmuştur. Bu sebeple, haritada yerini bulamayacağımız ülkelerde temsilcilikler açmaktan, kendi söküğümüzü dikemezken birçok yere maddi yardımlar yapmaya kadar hayli «çok yünlü” dış politika yönelimleri sergilenmiş, özellikle Batı ve Doğu arasındaki diyaloğun kurucu öznesi ve Doğu’yu «özü”ne sadık kalarak «medenileştirmek” için «model” olma arzusu ile bu iki farklı «dünya”dan her birinin vazgeçilmez üyesi olma iddiası taşınmıştır. Ancak, AKP dönemi dış politikasının bu «çok yönlülüğü”, unsurları birbirine karşı dengelemekten hayli uzaktır ve daha çok, kendisini kontrolsüzce dışa açmak, üstüne vazife olmayan işlere bulaşmak ve uluslararası kamuoyu nezdinde güvenilirliğini devamlı olarak kaybetmek şeklinde gelişmiştir. Tüm bu tezahür ise bizce tartışmasız olarak, denge politikasından ziyade, Doğu’ya çeşitli şekillerde nüfuz etmeye çalışan Batı’nın emperyalist politikalarının taşeronluğunu, «denge” ve «ulusal çıkar” süsüyle sunmanın sonucudur.

Yazımızın konusunu oluşturan politik hamleleri ise, yukarıda çizilen çerçeve içerisinde yani, uluslararası ve bölgesel dinamikler ile Türkiye’deki hükümet- kurumlar ve kitlesel eğilimler üzerinden okumak gerekmektedir. Bu bağlamda öncelikle belirtilmelidir ki, AKP hükümetinin varlığının ve olanaklılığının temel nedeni, mevcut neoliberal-emperyal düzendir. AKP iktidarını sağlamlaştıran şey ve dış politikada bu denli cüretkar gözükmesinin nedeni ise, benzer şekilde neoliberal-emperyal düzenin varlığı ancak giderek zayıflamasıdır. Zayıflayan düzen, varlığını sürdürebilmek için, Ortadoğu ve Avrasya gibi stratejik bölgelerde kendi taşeronluğunu yapacak yönetimlere paye vermek zorunda kalmıştır. Verilmek zorunda kalınan bu paye ve neoliberal-emperyal düzenin varlığını sürdürme çabası dünyaya ve bölgeye pahalıya patlamıştır. Ortadoğu defalarca olduğu gibi yine ama bu sefer daha da derin bir şekilde mahvolmuştur. Verilmek zorunda kalınan bu paye, kuşkusuz ki Türkiye’ye de çok pahalıya patlamıştır. 10 küsur yıldır, iç dinamikleriyle etkisizleştirilemeyen bu siyasi felaket, ülke içindeki iktidarını güçlendirmek için köklü kurumları, basını önce paramparça etmiş sonra dönüştürmüş ve toplum içerisindeki zıtlıkları besleyerek toplumu değiştirmiştir.

Yalnızlaşan AKP ve dış politikası

Türkiye açısından, AKP’nin konsolidasyon sürecini sekteye uğratan bazı önemli köşe taşları bulunmaktadır. Bunlar devam eden süreçler olarak görülebileceği için, tarihsel olarak sıralamak pek de mümkün görünmemektir. Bu köşe taşlarının başında, 2013 Haziran ayaklanması gelmektedir. Bu büyük halk hareketi, hükümeti ve Erdoğan’ı iktidarı korumak uğruna geri dönülemez adımlar atmak zorunda bırakmıştır. Bununla birlikte, AKP ve emperyal cephenin Ortadoğu politikaların planlandığı gibi gitmemesi AKP’nin iktidar konsolidasyonunu derinden sarsmıştır. Mısır’ın Sisi ile Suriye’nin Esad ile güçlenmesi, Tunus’ta laiklerin galip gelmesi, AKP’nin sırtını dayadığı Müslüman Kardeşler’in Ortadoğu’daki mutlak yenilgisi, planların «halk” hesaba katılmadan yapıldığını göstermiş ve kaybetmeye mahkum olmuştur. Bununla birlikte, bu yenilgiden ABD bile dersler çıkarıp mevcut koşulda politika sürdürmeye çabalarken, AKP’nin Türkiye’deki ve bölgedeki varlığı Esad’ın ve Sisi’nin yokluğuna, Müslüman Kardeşler’in başarısına endekslendiği için AKP giderek marjinalleşmiş ve Körfez ülkeleri bile Erdoğan’ı yalnız bırakmıştır.

İktidarını korusa da AKP ve Erdoğan içeride ve dışarıda çok büyük güç kaybetmiştir. İktidar güç kaybettikçe otoriterleşmiş, otoriterleştikçe de iktidarı içeride ve dışarıda destekleyenler ve desteklemeyenler arasındaki kutuplaşma daha da uzlaşılamaz boyutlara gelmiştir. Bu güç kaybı, kuşkusuz ki AKP koalisyonu içerisindeki ayrılıkların de iyice keskinleşmesine ve geniş çatlakların oluşmasına olanak tanımıştır. Cemaatin servis ettiği ses kayıtları, AKP’nin kokuşmuşluğunu gözler önüne sermiş ve kan kaybetmekte olan AKP, iktidarını korumak için kendisini «sırtından vuran” ABD destekli Cemaat’i yok etme girişimlerini hızlandırmak zorunda kalmıştır. AKP, senelerdir devlet içinde sinsice örgütlenen bir «kadro” hareketi olan Cemaat örgütlenmesini, tehditler listesinde en başa oturtmuştur. Ancak, AKP, iktidarını korumak için Cemaat’i vururken, yetişmiş kadroları bulunmadığından giderek küçülmekte ve kan kaybetmektedir.

Sonuç olarak, komşularla «sıfır sorundan” «sıfır ilişkiye” dönen politikalarında somutlaştığı üzere AKP, bölgesel ve uluslararası olarak hayli yalnızlaşmış, müttefikleri güç kaybederken ya da çark ederken düşmanları güçlenmiştir. Bununla birlikte AKP ve Erdoğan, ülke içinde de her geçen gün biraz daha yalnızlaşmakta ve adeta çürümektedir. Böyle bir ortamda, iktidarını sürdürmek isteyen Erdoğan’ın içte ve dışta yeni müttefikler bulması kaçınılmaz olarak gereklidir. İçerde en büyük yeni düşman Cemaat olduğuna göre, Cemaat’in lideri ABD’nin elinde olduğuna göre ve ABD, kontrol edemediği AKP’ye karşı Türkiye’de iktidar potansiyeli olan başka güç odakları ile diyalog geliştirdiğine göre en azından bu aşamada AKP’nin baş dostu olamayacaktır.

Bu durumda AKP’nin dış müttefik olarak gözünü, Batı ile ilişkileri her zaman dengede ve mesafeli yürütmeye çalışan Rusya başta olmak üzere, Doğu’ya dikmesi anlaşılabilir gözüküyor. Ancak bu flört ne denli gelecek vaad ediyor, kuşkulu. Rusya Batı ambargosu altındayken, NATO’yu hala en büyük tehdit olarak algıladığını duyururken ve Suriye’de Esad’ın varlığını kırmızı çizgi olarak açıklarken, NATO üyesi Türkiye’nin, Esad’ı bitirmeye and içmiş lideri ile sıcak ilişkilerinin elbet çok temel ve yapısal sınırları var.

Hele ki, Doğu adil ve yeni bir dünya düzeni kurma iradesinde iken ve sıcak yabancı sermayeye bağımlı, üretimi değil, inşaat gibi hizmet sektörünü geliştirerek büyümüş AKP’nin olanaklığının yegane sebebi neoliberal-emperyal düzen iken.

Herkese aydınlık bir yıl dileklerimizle…

Bunları da sevebilirsiniz