25 Temmuz 2014 Cuma
Yangon’a geldigimden beri şaşkınlıklar içindeyim.
İlk şaşkınlığım havaalanından Dr. Win ve okulun ahçısıyla karşılanıp okula varmamızla başladı. Ben herşeyi tamam eğitime hazır bir okul beklerken, her tarafta tamirat , inşaat ve işçi olan bir mekana geldim. Bana sadece ilkokul kısmını gösterebildiler. Bir ara tuvalete gitmek istedim, bozuk olmayan bir tuvalet bulabilmek için bütün okulu gezdik neredeyse. Sonra internete girmek istedigimi söyledim, olur dediler, bir çocuk gelip benim internetimi okulunkine bagladı, hayatımda böyle yavaş bir internet kullanmadım. Bir mail atmak için en az yarım saat beklemek gerekiyor. Sonra Dr.Win’e herhalde benim evime de internet baglatılır dedim. Biraz zor dedi. Telefon ve bu tür işler için kısıtlı kayıt varmış ve karaborsada olduğu için de inanılmaz paralar ödüyorlarmış. Kendisi kendi telefonuna sadece sim kart almak için 3000 dolar açıktan ödemiş. Şimdi bu ücret 300 dolarlara düşmüş, telefona internet bağlantısı için de ayda 100 dolar ödüyorlarmış. Eylüle kadar beklersen 2 telefon şirketi daha gelecek ve ücretler düşecek dediler. Sohbet ederken doğal olarak okulun ne zaman açılacağını sordum, 1 Ağustosta ögretmenler gelecekmiş, yedisinde de ögrenciler, o güne kadar inşaatı bitirmeye çalışacaklarmış. Bu inşaata başlamışlar çünkü her yıl okulun nüfusu artmaktaymış, 200 kişiyle başlayan okul şimdilerde olmuş 450. Sınıflar yetmiyormuş. Sanıyorum tek uluslararası okul ama her yıl Myanmar’a gelen yabancı çalışan sayısı artıyor, o yüzden böyle bir gelişme olduğunu tahmin ediyorlar. Laf arasında aslında burada bir yabancı okul daha olduğunu ögreniyorum, o okul da Türklere aitmiş. Bu da ikinci şaşkınlığım. Fetullah Gülen’in okullarının dünyanın her tarafında olduğunu biliyoruz ama burada da uluslarası okul şeklinde olduğunu tahmin etmemiştim. Bana o okulun da iyi bir eğitim verdigini ancak birkaç velinin dini derslerin olması yüzünden rahatsızlık duyup kendi okullarına basvurduğunu söylediler. Bana neden o okula gitmediniz diyorlar, ben de bilmiyordum dedim.
Kenarda da bir masa ve bir sandalye.
En iyi yer yatak odası ama maalesef penceresi yok. Yatağın kırık kolları yerde ama rahat bir yatak genişçe, yeni bir dolap, iki çamaşırlık, ütü tahtası, yeni bir ütü, bir masa, iki sandalye, bir sehpa. Geniş bir oda, klimalı. Yatakta bir takım çarşaf, battaniye, havlu. Bütün ev bu. Yere yalınayakla basıyoruz, ayaklarımın altı simsiyah oldu. Acilen burayı temizlemek gerekiyor. Yeri sildikleri t-şörtten bezi görmemek lazım, hemen ilk iş onu gözümün önünden kaldırıyorum. Benimle gelen Zaza bana evi teslim edip gitti. Mutfağa su, ekmek, yumurta ve reçel bırakmışlar sağ olsunlar. Zaza bana ocağı nasıl kullanacagımı gösterdi. Su işini o da çözemedi, sigortalardan ikisi kalkık, altında Burmaca birşeyler yazıyor ama ne olduğunu anlayamadık. Salonun iki penceresi de buzlu cam gibi. Dışarısı gözükmüyor. Pencere sadece 15 derece açılabiliyor içerden. Salonun balkon kapısı cam değil, balkon oldukça içerlek, hatta balkonda oturulabilir ama bu nemli sıcakta dışarıda durmak akıl işi değil, ancak çiçek yetiştirilir burada. Mutfakta da bir balkon var, tamamen parmaklıklarla kaplı, bir de kimsenin açamayacağı bir anahtarlık var, onu açmadan yangın merdivenine ulaşmak imkansız. İnşallah yangın mangın olmaz burada… Her şey Allaha emanet.
İlk iş bavulumu boşaltıyorum, yatak odama her şeyimi yerleştiriyorum. Getirdiğim peynirleri buzdolabına koyuyorum ama imkansız çalışmıyor. Biraz da saçma sapan yerlere konan eşyaların yerlerini değiştiriyorum. Yatak odamdaki masayı oturma odasına koyup kendime güzel bir çalışma mekanı oluşturuyorum. Dolabın raflarına ilaçlarımı, tişörtlerimi, ve diğer eşyalarımı koyuyorum. Ev bomboş ve çok sevimsiz. Gece oluyor, yanımdaki bir bisküvi paketini açıp yiyorum, bir de çay poşeti çıktı torbalardan, onu içip yatıyorum, yatağım çok rahat neyse ki, ama biraz tedirginim, her şey değişik. Sabaha kadar tuhaf rüyalar görüyorum, sık sık uyanıyorum.
26 Temmuz 2014 Cumartesi
Sabah kalktığımda hava hala kapalı, bulutlu, bir sağanak yağıyor, duruyor, yine sağanak, duruyor, yine sağanak… Dışarıdan sabahın erken saatlerinden beri mikrofondan bir ses devamlı konuşuyor, ilk önce satıcı sanıyorum ama aynı tondaki ses saatlerce konuşuyor, ayin gibi bir şey sanki. Saat 10’ da hazır olmamı söylemişlerdi, büyük pagodaya ve oradan yemeğe gidecektik. Saat 10, kimse yok… bunların laflarına pek uymadıklarını yavaş yavaş anlıyorum. Onun için başka işlerle oyalanıyorum. Saat 11.30 da Alex kapıyı çalıyor. Altıncı katta oturuyormuş meğerse. Onunla birlikte çıkıyoruz, hemen bir taksi çeviriyor, adama soruyor kaç lira şurası diye, 3000 diyor, ama o 2000 lira diyor, adam da tamam diyor, atlıyoruz taksiye. Burada her şey pazarlıkla. Giderken bir yandan bana tarif ediyor. Bizim durağın ismi Linsetavn, mahallenin ismi Budatavn imiş. Nehir boyunca gittiğimiz yola İngilizlerin koyduğu isim Strand Road imiş, British Council filan bu yolun üzerinde, bir zamanlar İngilizler burada bir denizcilik okulu kurmuşlar, caddelere binalara kendi isimlerini vermişler. Güzel bir bölgeye geliyoruz, ağaçlık, bir göl var, ve duruyoruz, nefis bir restoran ve otel… içerisi loş, serin ve tertemiz. Çok güzel bir restoran suyun kenarında, bizi bekleyen Dr.Win, okul yeni müdürü İspanyol Anna, aşçımız ve okul idaresindeki Yin yin Soe. Neşeli bir şekilde yemeklerimizi yiyoruz, meyve sularımızı içiyoruz. Her şey burada çok pahalı. Bir meyve suyu 7000 kyat yani 7 dolar, yemek 25 000 kyat, başka deyişle 25 dolar. Ne diyeyim yediğimiz her şey nefisti, bir pirinç tanesi bile bırakmadım tabağımda, zaten aksamdan aç olduğum için her şey çok iyi geldi. Anna ile güzel sohbet ettik, laf arasında dairemde hayal kırıklığına uğradığımı, bir yığın şeyin işlemediğini ve eksiklerin çok olduğunu anlattım. Meğerse benim oturduğum bina okula aitmiş, gelenleri bu binaya yerleştiriyorlarmış, yalnızca Anna müdür olduğu için ona okula beş dakika mesafede bir yer tutmuşlar. Eminim benimkinden bin kere iyidir. Ben şikayetlerimi sıraladıkça Anna’nın çok şaşırdığını gördüm, demek ki onun ki benimkinden daha iyi. Neyse Dr.Win Aung hemen ilgilendi, birilerine telefon etti, saat 15.30 da sana gelip her şeye bakacaklar dedi. Yine de memnun olmazsam beşinci katta başka bir daire gösterebileceklerini söyledi. O daire daha büyükmüş, aile için ayırmışlar. Bu arada yağmur gittikçe arttığı için en büyük pagodayı bugün göremeyeceğiz, zaten pek de umutlu değildim. Laf olsun diye de söylemiş olabilirler. Bir de onlara bir alışveriş merkezine beni götürmelerini rica ettim, evde birçok şey eksik, temizlik bile yapamıyorum dedim. Alex beni götüreceğine söz verdi. Yemekten sonra Alex ile çıktık, yollardan geçtikçe bana etrafı tanıtmaya çalıştı. Beni alışveriş merkezine götürmesi için Robert ile tanıştıracağını söyledi. Varınca benim apartmanda bir numarada oturan Robert’a uğradık. Sessiz tatlı bir adam, o hemen beni alışveriş merkezine götürebileceğini söyledi. Onunla şemsiyelerimizi alıp evden çıktık, yürüyerek alışveriş merkezine 15 dakikada geldik. Ocean Market bayağı büyük bir alışveriş merkezi. Burada birçok şey bulmak mümkün. Robert’la birlikte alışveriş yaptık, bana çok yardımcı oldu. Yerleri silmek için temizlik malzemesi, banyo, tuvalet malzemeleri aldık. Yağmurdan dışarı bir süre çıkamadık, bir anda her tarafı seller götürdü. Sonra sulara bata çıka eve döndük. Robert da benimle tamircileri beklerken Alex de geldi, hep birlikte bozuk yerleri kontrol ettik, buzdolabının yerini değiştirince çalıştı. Tamirciler gelince ikisi de yardımcı oldular. Su motoru işlemeye başladı. Duş tamir oldu…ve daha birçok şey. Onlar gittikten sonra temizliğe giriştim, kirler çıkana kadar bütün evi üç kere silmem gerekti. Duvarlardaki parmak izlerini de klorakla temizledim. Her şey bitince içim rahat etti. Perde kullanmak yerine pencerelere buzlu cam gibi olsun diye kağıtla kapamışlar. Bilmiyorum bunları açsam içerisi nasıl olacak ?
27 Temmuz 2014 Pazar
Bugün Pazar, ayın 27 si… sabah Robert’la 8’de pazara gittik,hemen yan sokakta. Bana bilebildiği kadar sebzeleri tanıttı. Mantar, soğan, sarımsak, iki patlıcan , taneyle satılıyor tanesi 100 kyat, iki dolma biber, bu da öyle tanesi 100 kyat, minicik nane demeti 150 kyat, domates ve kırmızı mercimek aldım. Eve geldim mantar, soğan , yumurtayla omlet yaptım. Robert’la birlikte yedik, memnun oldu çok, içine kapalı bir insan. Sessiz ve terbiyeli çok. Yaşını tahmin edemiyorum, belki benden genç, belki de yaşlı, 10 yıldır buralardaymış. Tayland’da da çok çalışmış. Daha öncesinde de New York’taymış, kendisi Amerikalı. Sonra sessizce Robert gitti, küçük arkadaşları varmış, futbol takımı kurmuş fakir çocuklardan, burada herkes futbol meraklısı, onlarla buluşacakmış. Akşama yemeğe yine çağırdım onu, bana az buz yardım etmedi adamcağız. O gidince hemen mercimeği pilav tenceresinde pişirmeyi deneyeyim dedim. Bakalım becerebilecek miyim… Bir ara taştı ama yine de oldu. İki saate yakın pişirdim, getirdiğim köfte harcından da içine birazcık atınca bayağı güzel koktu, öğlen hiç olmazsa yemeğim çıkmış oldu. Dışarıda bütün gün yağmur yağdı, yağdı, bir ara açıldı hava, hemen üstümü giyindim, yürüyüşe çıktım nehir boyundaki yol boyunca. Yolda ilk önce Maersk’in ve başka firmaların konteynırları duruyor ve yol üstünde onlarca kamyon ve şoförler. Yol kenarında berberinden tamircisine kadar bir yığın küçük kirli dükkanlar… Yürüdüm bir ara sokağın içinde temiz bir otel gördüm, girip sorayım bakayım dedim. Resepsiyonda tatlı bir kız, bir kişilik oda 70 dolar, iki kişilik oda 80 dolar dedi. Ama manzaralı olursa 10 dolar daha fazla verirsiniz diye ekledi. Beni terasa çıkardı, evet nehir gözüküyor, nehir kenarındaki pagoda da gözüküyor, manzara fena değil. Bana bir bardak ananas suyu ikram ettiler, çıkarken de size 60 dolar yaparız hatta uzun kalırsanız daha da ucuz yaparız dediler. Türk olduğumu söyleyince ise burada bir Türk iş adamının geldiğini ve tam iki ay bu otelde kaldığını söylediler. Kartlarını aldım, yoluma devam ettim.
Pagodaya geldim, bu semtin ismini veren pagoda bu Botataung, insanlar Pazar gezisine çıkmış çoluk çombak. Burada bu pagodaya yabancılar para verecek diye yazıyor. Ben de girmedim, çünkü bütün param 43 500 kyat, dün alışverişte ve sabah bitti. Beş parasızım. Dışarıdan bakındım, önünde arkasında bir yığın satıcı, fakir mi fakir insanlar, meyve satıyorlar. Herkes zayıf, küçük, pagodanın tam karşısında muz ve çiçekler satıyorlar. Bunlardan alıp pagodanın içindeki namaz kılar gibi ibadet ettikleri yere götürüp koyuyorlar. Daha da yürüyünce nehir kenarına geldim. Nehirden akan bütün çöpler kıyıya vurmuş, kıyıdaki çöplerin arasında ne ararsan var. Buraya üç, dört tane iskele yapmışlar, kimi iskelede geziniyor, kimi yanaşan motora binip karşıya geçiyor. Bir de dolmuş gibi işleyen kayıklar var, pislik içinde, nehrin pisliğinden simsiyah olmuşlar, onlarda 10 kişi doldukça kalkıyor. İyi batmadan karşıya kadar varıyorlar. Bir grup genç bayan ellerindeki akıllı telefonlarla resim çekiyorlardı, ben de yanlarına gittim, birlikte resim çekelim diye, çok hoşlarına gitti. Hepsiyle resimler çektik, ne sevimli insanlar, cana yakın ve her şeye açık.
Kıyıdaki asfaltın üstünde gençler çıplak ayakla futbol oynuyorlar, kimi taban altı futbolu, kimi normal bildiğimiz futbol. Taban altı futbolunda 6 -7 kişi daire oluşturuyor, tabanlarının altıyla topa vurup birbirlerine kısa mesafede atıyorlar. Çok zor bunu yapmak. Çin’de de bu çok yaygın bir spor. Diğer futbol oynayanları seyrettim bir süre, içlerinde bir siyah derili delikanlı vardı ki, performansına diyecek yok. Rüzgar gibi hızlı gidiyor topa, ve o denli de çevik oyunlarla topu diğerlerine pas veriyordu. Gözlerimi ondan uzun süre alamadım. Bu adam Türkiye’ye gelse havada kaparlar diye düşündüm. Yazık hepsi uzun donlarını kıvırmışlar rahat hareket etmek için, o sıcakta koşturuyorlar topun ardından. Aniden yine yağmur başladı, herkes şemsiyeleri çıkardı ortaya, burada şemsiyesiz dolaşmak mümkün değil, her an yağmur başlayabilir. Yine ben hızlı adım eve varana kadar ortalığı seller götürdü. Kimse burada ıslanmayı umursamıyor, alışmışlar artık.
Bir an yağmurda yürürken evi bulamayacağımı zannettim. Birden içimi bir korku kapladı. Meğerse evin önüne gelmişim, ilk defa bu taraftan yürüdüğüm için fark edemedim. Bu yağmurda bir grup genç evin hemen önüne denk gelen büyük çamur sahada üstlerini çıkarmışlar, yalın ayak yine futbol oynuyorlar. İnsanoğlu her şarta alışıyor demek.
Eve gelince sevindim, üstüm ıslak… Kurulanıp yukarıya altıncı kata Alex’e çıktım. Yarın beni de okula götürsün, internete bakmam lazım diye. O da tam çıkıyordu kapıdan kayınbiraderiyle … beni karısıyla tanıştırıp beni ona havale etti. Karısı Lily son derece tatlı bir kadın, sarışın ve zarif. Beni biraz dinledikten sonra bana evini gezdirdi. Bu daire en üst kat, harika bir manzarası var. Balkonu çiçeklerle süslemiş. Her yer iyi eşyalarla döşenmiş, hatta daire dublex. Onlar da bu eve benim gibi yeni taşınmışlar. Benimkine göre süper lüks tabii… On bir yıldır buralarda yaşıyorlarmış. Çocukları 6 yasında Mike ve 8 yaşında Maria, ikisi de Myanmar da doğmuşlar. Alex doğu Rusya’dan Vladivostok’tan, Lily ise Ukrayna’danmış. Lily Ukrayna’daki olaylara çok üzüldüğünü söylüyor. Çünkü aslında hepimiz Rusuz diyor, zaten çoktan karışmışız, herkesin ailesinde bir Ukraynalı var, niye bu karışıklıklar oluyor anlamıyorum ve çok üzülüyorum diyor. Benim de aklıma bizim ülkemizdeki ayrılıkçı politikalar geliyor, kimin ailesinde bir Kürt yok ki, hepimiz çoktan karışmışız. Bu ayrılıkçılıklar niye ?
Sonra ondan kitap istiyorum, bana Lonely Planet’in Myanmar kitabını veriyor. Beni ertesi gün sabah kahvaltıya Tea House’a davet ediyor. Ondan ödünç kullanmadıklarından birkaç tane tabak çanak alıyorum . Eve dönüyorum, kapımı anahtarla açamıyorum. Holün ışığı da yanmıyor, hava kararıyor. Bu lambayı kontrol etmeyi unutmuşum. Aşağı inip Robert’tan yardım istiyorum. Hemen geliyor, o da kapıyı açamıyor. O da gidip apartmanın önünde oturan apartman görevlisini çağırıyor. Adam birkaç kelimeden başka İngilizce anlamıyor ama anlıyor ne dediğimizi, uğraşıyor ve sonunda kapı açılıyor. Bana yağ getirin diyor, Allahtan Türkiye’den halis Ayvalık zeytinyağı getirmişim. Hemen kapıdaki kilidi yağlıyoruz, işlemeye başlıyor. Robert yine yardımıma koştu , onu aksam yemeğine çağırıyorum. Mercimek çorbası var. Patlıcan, mantar, sarımsak ve yeşil biberi tavada zeytinyağında birlikte kavurdum, biraz da domates harika bir yemek oldu. Robert’tan biraz okulla ilgili bilgi almak istedim. Okul öğretmenlere yemek vermiyormuş. Bir firma kantini işletiyormuş. 2000 kyata yemek veriyorlarmış ama o kendi yemeğini her gün götürüyormuş okula. Niye öyle yapıyorsun diye sorunca kızgınım da ondan dedi. Neden kızgınsın sorusunun yanıtını biraz düşünerek söyledi. Mahallemizin fakir çocuklarından kurduğu futbol takımını zaman zaman alıp okula götürüyormuş. Okulda doğru dürüst bahçede oynasınlar diye. Yine böyle bir günde çocuklar çok susamışlar. Robert onlara kendi parasıyla kantinden su almak istemiş. Kantinci kadın ben onlara su vermem diyerek kantin penceresini Robert’ın yüzüne kapatmış. Robert da o günden beri bir daha onlardan alışveriş yapmamış. Diyor ki, «Okulumuz zenginlerin çocuklarının geldiği bir okul. Bana şimdiye kadar kimse bu çocukları buraya getirme demedi. Ancak burası çok tuhaf, kendini orta sınıf sayanlar daha alt tabakalardan insanlara ciddi ayrımcılık yapabiliyorlar … Tabii herkes onlar gibi değil, okulumuzda çok iyi öğretmenler var, her yıl öğrencilerimizle yakındaki Çocuk Kanser Hastanesine yardım yapıp onları ziyaret ediyoruz.” Yemekten sonra Robert bana dönüp, «Bana teşekkür etmen için daha kaç kere sana yemeğe geleceğim «dedi. Bakarız dedim ben de. Tatlı ve iyi kalpli bir insan.
Akşam vakit geçmek bilmiyor, dışarıdan insan sesleri geliyor. Karşımdaki apartmanın altı meğerse şoförlerin müdavimi olduğu birahanelermiş. Bu yüzden gece geç saatlere kadar açık, tabii onlara eşlik eden sokak yiyecek satıcıları da… biraz resimlere baktım, TV yok… evde konuşacak kimse yok. Telefon işlemiyor, az kitap okudum, ışıklar floransan lamba, gözleri yoruyor, uykum geldi, erkenden yattım.
28 Temmuz 2014 Pazartesi
Lily saat sekizde gelirim demişti. Hemen yedide kalktım, banyomu aldım. Bugün bayram, Ramazan bayramı, üzerime bir elbise giydim. Kendime çeki düzen vereyim bugün. Ojelerimi sildim, yeniden renklendim, makyaj yaptım, çayımı içtim, beklemeye başladım. Ama ne gezer, kimse yok ortalıkta. Gelmeyecek belki de. Boş ver dedim kendime, sen gelmeyecekmiş gibi kendi işine bak. Geçtim bilgisayarımın başına günlüklerimi yazmaya başladım. Bir ara dışarıdan mabetlerde rahiplerin söyledikleri şarkıyı duydum, pencereden baktığımda bir dizi pembe rahip kılığında çocuk ellerinde koca bir kap her kapıya uğruyorlar, bağışları toplaya toplaya hem söylüyorlar hem yürüyorlar. Sonradan öğrendiğime göre bu pembe giysili kafası dazlak çocuklar kız çocuğuymuş. Her sabah erkenden pişmiş pilav ve para topluyorlarmış. Kahverengi giysililer de erkekmiş, onlar da pişmemiş pirinç ve para toplarlarmış. Ya da tersi tam bilemiyorum hangisi haşlanmış pirinç topluyordu.
Lily Saat dokuzda iki çocuğuyla birlikte geldi. Özür diledi. Aşağı inince yine beni pazar sokağına sokup sebze ve meyveleri anlattı. Balıkları alma dedi, tatlı su balığıymış hepsi, ne alırsan mutlaka pazarlık yap dedi , neyi nerede bulacağımı tarif etti. Sonra onun arabasına binip yola çıktık. Trafik inanılmaz ama Lily alışmış artık. Yüreğim kaç kere hopladı. Güzel bir sokakta Lucky 7 Tea House diye bir yere geldik. Minik bir havuz var burada içinde altın balık ( golden fish) ve kedi balığı (cat fish) dedikleri balıklar var, ağızlarını kocaman açıyorlar. Lily burada çocuklara yemeleri için noodle salad, rice salad söyledi, hepsinden bana da tattırdı, bir de Hint usulü pişi geldi, patatesli körili sosa batırılıp yeniyor. Çayla birlikte bunları tattık. Bu kahvaltı da adam başı 1000 kyat gibi oluyormuş, bana fikir versin diye hepsini ince detaylı anlatıyor. Sonra çocuklarla birlikte eve döndük. Kapıda bir de baktık, müdürümüz Anna, yanında bir İngiliz öğretmen yaşlıca, adı Steven. Anna benim dairemi gezmek istediğini söyledi. O günkü şikayetlerim üzerine görmek istemiş. Ben de memnuniyetle onları daireme davet ettim. Her şeyi inceledik, hepsini tekrardan yanında birlikte gelen Zaza’ya not aldırdı. Televizyonculara telefon edildi, onlar da geldi. Bu arada Steve’ın yeni bir daireye taşınacağı öğrenildi. O da Zaza’ya bak ben yaşlıyım, sakın beni beşinci katlara filan vermeyin dedi. Onun yandaki bloktaki ikinci kata götürdük, onun daire aynı benim gibi ama mutfak ve yatak odasının çıkıntıları var ve daha geniş, daha güzel, o çok beğendi. Tabii ama ben de biraz bozuldum… Bu adam benim Türk olduğumu öğrenince ben Türkleri çok seviyorum gerçekten dedi. Horizon International School’da görev almış. Oradaki Türk yönetim o ilk geldiğinde çok yardımcı olmuşlar. Onu pikniklere götürmüşler, bütün şehri gezdirmişler, her bakımdan yardımcı ve arkadaş olmuşlar.Oradan ayrılmasına rağmen hala onlarla haberleşiyormuş. Sen niye orada çalışmıyorsun diye sordu, ben de bilmiyordum dedim. Çok iyi bir okul ama biraz dinci dedi. Ne gibi dedim… benimle hiçbir kadın öğretmen yada idareci arkadaş olmadı. Biraz tutucular ama fevkalade iyi insanlar dedi. Sonra aynı blokta beşinci katta İlkokul müdürü Philip bu yıl gelmiş, hep birlikte onun dairesine çıktık. Bir baktım internet wireless var salonda, hemen sordum nasıl oluyor hani yoktu internet diye… 600 dolara kendi almış ve bir de 50 dolar ayda ödüyormuş. Ama telefonunuza internet isterseniz o zaman 200 dolara kadar sim kartla birlikte alabilirsiniz dedi. Onun evi de aynı Steve’nın ki gibi geniş, bir de salonuna müdür olduğu için herhalde deri koltuk takımı koymuşlar. Soğuk görünüşlü bir adam, o da 20 yıldır buralardaymış. Güney Asya’da her yerde çalışmış. Anna onun eski müdürüymüş. Anna da hem Tayvanda, hem Meksika’da hem de 10 yıl Tayland’da bir okulda çalışmış. Steve ise artık İngiliz olduğunu unutmuş. Kamboçya, Vietnam, Çin, Tayland, Miyanmar, her yerde çalışmış bu adam. Burada Asya’da en az kalan benim herhalde. Bir ara Anna ile göz göze geldik, sana başka daire varsa göstersinler dedi. Ama yine de memnun kalmazsan, ki memnun olmayacağını tahmin ediyorum dedi, 2-3 ay sonra okula yakın yeni bir yer bakarız dedi göz kırparak. Onlar gittikten sonra Zaza ile benim blokun beşinci katındaki 10.5 nolu daireye baktık, evet daha büyüktü ama inanılmaz şekilsizdi, apartmanı araziye uydurmuşlar. Yatak odası beşgen, salon üçgen, arada ne olduğu belirsiz bir aralık, mutfak ters tarafta bir çıkıntıyla ikiye bölünmüş, saçma sapan bir daire, evet manzarası çok daha güzel, ve geniş ama inanılmaz çirkin. Eşya nasıl buraya uydurulur, büyük maharet ister doğrusu… ilkönce aklım yattı, sonra her gün beş kat çık, fazladan oda da yok, sadece mekanlar saçma sapan büyütülmüş ve fazla pencere var, yatak odasında o kadar çok pencere olmasının bir faydası yok. Gündüz nasıl olsa orada oturmayacağım, … düşündüm düşündüm, bu daireye taşınmamaya karar verdim. Yine üçüncü katta olmak iyidir. Bir yangın mangın olursa, kaçmak kolay olur, alışverişten sonra taşımak kolay olur, bir de derli toplu benim daire diye düşündüm.
Bakalım yarın neler olacak….