Nitelikli Eğitim Algısına Eleştirel Bir Yaklaşım

Eğitim, yapısı gereği insanlara bir veya birkaç alanda altyapı, makul bir donanım, mental model, davranış kodları, bazı standartlar ve meslek kazandırma sanatıdır. Bu sayılanlar fertlerin ayakları üstünde durması, çevresindeki insanlarla anlaşması, kendisi kadar diğerlerinin de değerli olduğunu fark etmesi, yaşamını onurlu bir şekilde sürdürmek üzere gerekli olan maddi imkânları kazanması, sosyal statü edinmesi, yakın ve uzak çevresinde olup bitenleri anlamlandırması için gereklidir de. Aslında insanlar -eğitimin yaşam boyu süren bir etkinlik olduğundan hareketle- neredeyse tüm ömürlerini bu uğurda harcamakta; yaşama tutunmak, bazen de itibar kazanmak için örgün veya yaygın eğitim süreçlerinden geçerek iyi eğitim almak üzere zaman, emek ve maddi kaynak sarf etmektedir. Ancak sıralanan hedefler dışında bu kaynağı «aklını özgürleştirmek” için harcayanların sayısının fazla olduğunu sanmıyoruz. Eğitimin özellikle küçük yaşlarda başlayan ve yaşam deneyimi çok kısıtlı olan insanları içine alan bir faaliyet olarak başlaması, bu hizmeti alanlarda bu yönlü bir seçiciliğe gitme şansı bırakmamaktadır. Bununla birlikte -başta devletler, onların kurdukları eğitim sistemleri ve okullar olmak üzere- bu hizmeti verenlerde bu yönde bir hedef koymak mümkündür. Ne yazık ki bunu sıklıkla gördüğümüzü söyleyemiyoruz.

Özgür akıl, eğitilmiş beyin ve bunların kolay kolay ele geçirilememesi neden gereklidir?

Kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan, sloganlar etrafında kolaylıkla kümelenen yeni nesilleri gördükçe eğitimin bireyleri özgürleştiren bir süreç mi, yoksa hareket sahalarını daraltan bir etkileme işlemi mi olduğundan zaman zaman kuşku duyduğumuzu itiraf etmeliyiz. Şimdi dile getireceklerimizin ülkemiz özelinde değil, uluslararası gözlemler olarak değerlendirilmesinde yarar görüyoruz. Tarihi okurken yalnızca duymak istediğini seçip öğrenen, pek çok şeyi ihtiyacı nedeniyle azar azar öğrenen, diğerlerine -insanlar, coğrafya, tercihler, değerler- kayıtsız kalan, bu nedenle hep yüzeyde gezinen ve derine inemeyen, giyim-kuşam alanı başta olmak üzere bir zamanlar burun kıvırdığı ve hor gördüğü zevklere bir anda sıkı sıkı sarılan, kültürü bir hiyerarşik unsur gibi gören, «iyi kültür-kötü kültür”, «ilerici-gerici” gibi kıyaslamalara sık sık başvuran, etnik kimliklerden beslenen ve bunlara bakarak kişisel tavırlarını ayarlayan, dünya görüşünü ve zevkleri bir baskı unsuru olarak kullanan insanları izledikçe bu kuşkunun meşru bir zemini olduğunu fark etmemek mümkün değil.

Bu örnekler eğitimin kitlesel hâle geldiği, eğitime ayrılan kaynakların her geçen gün arttığı ve insanların daha iyi şartlarda yetiştirildiği bir dönemde daha da ilgi çekicidir. Ayrıca «eğitilmiş aklın” daha tepkisel, acımasız, köşeli ve yüzeysel hâle geldiğinin ifadesidir. Daha kötüsü, bu aklın veya akılların yetiştiricileri arasında üst düzey eğitim-öğretim kurumları olarak bilinen kurumların da olmasıdır. En kötüsü ise bu tür eğitim faaliyetlerinin toplumların körleşmesine ve kolektif vicdanın ölmesine sebep olmasıdır. Buna toplumların renklerinin azalmasını da ilave etmek mümkündür.

Yaşayan önemli toplum bilimcilerden Fransız Alain Touraine şöyle diyor: «Batı dünyasında girildiğini düşündüğüm dönemin en temel özelliği, toplumsal olmayan çeşitli güçlerin ortaya çıkması, ekonomi gibi, teknoloji gibi, bilgeler gibi… Yani siyasalın ve toplumsalın ortadan kalkması ve ekonominin baskın konuma gelmesi söz konusu.” Touraine devam ediyor: «Benim sorguladığım esas şey de şu: Şu anda en kaygı verici olan şey, bütün tarihimiz boyunca (sadece Batılılar değil), toplumsal çıkarlar da dâhil olmak üzere her şeyin üzerinde bir şey olduğu -din, millet, devlet, toplumsal mücadele, sınıf çatışması, sınıfların/sömürgelerin özgürleşmesi- düşüncesiyle yaşadık. Yani, her şeyin üzerinde yer alan bir şey vardı. Daha basitleştirerek söylemek gerekirse, her zaman için ’iyi’nin ve ’kötü’nün bir tanımı, toplumsalın üzerinde olan ve toplumsala hükmeden bir ölçüt vardı. Bu ortadan kalktı.

Alain Touraine buna «toplumsalın sonu” benzetmesi yapıyor. Kendisine «yani inanacak bir şeyler vardı.” diyen kişiye «Evet. Sadece din değil tabii; millet-din çoğu zaman birlikteydi. Ya da dünyanın başka ülkelerinde dinî cemaatler vardı. Yani toplumun bütün mutlak değer yargıları ortadan kalktı. Bir örnek vereyim: Biz neyi sanat olarak isimlendiriyoruz? 20. yüzyılın başlarında Marcel Duchamp bir ördek idrarını alır, onu müzeye koyar ve bunun bir sanat eseri olduğunu söyler. Neden? Çünkü müzeye koyarak onu bir sanat eseri hâline getirmeye karar vermiştir. Çağdaş sanat müzelerine giderseniz birçoğunda bir sürü taşın, kumun ve benzeri şeylerin sergilendiğini görürsünüz. Bu tam manasıyla inşacı bir tavır. ‘Bunu inşa eden benim’ diyor.” cevabını veriyor. (Meraklılar için bir parantez açmak isteriz. Sözü geçen Marcel Duchamp, Amerika’da pop sanatı ve kavramsal sanat akımlarının temellerinin atılmasında etkili olmuş ve birçok sanatçının eserini sadece göze hitap eder bulduğuna dair iddialı görüşleriyle tanınmıştır.)

Vermek istediği ana mesaja ek olarak bu alıntı şu açıdan da önemlidir: Yaşadığımız çağda bir ürünün ‘sanatsal’ olarak öne sürülmesi, bir tezin ‘bilimsel’ olarak nitelenmesi, bir fikrin önemli isimler tarafından dillendirilmesi ona karşı çıkılmaması için yeterli olabilmektedir. Oysa eğitimin ruhunda, bireysel değerlendirme ile kendi eleştirel bakış açısını geliştirebilme iddiası olmalıdır. Buradaki tezat, sorgulayan insanlar yetiştirmeyi hedefleyen eğitimin, bizatihi sorguladığında dışlanacağı korkusu yaşayan bireylerin ortaya çıkmasına engel olamamasıdır. Yukarıdaki satırlarımızda «kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan” bireyler ile kastettiğimiz buydu. Genel kabul gören tezlerin, zevklerin ve tercihlerin sorgulanmasından hoşlanmayanlar arasında eğitimin sorgulayıcı rolüne atıfta bulunanların olması ilginçtir. Ana akım düşüncelere karşı çıkanların, başka deyişle akıntıya karşı kürek çekenlerin özellikle medyada ve okumuş kesimlerde zaman zaman ne hâllere düştüğü göz önüne getirildiğinde bu tezimizin daha iyi anlaşılacağına inanıyoruz.

O hâlde eğitimin aklı ve vicdanı özgürleştirmesini neden bir eğitim çıktısı olarak göremiyoruz?

Bunun sebeplerinden bir tanesi, bu şekilde yetişen nesillerden yarar sağlayan ciddi çevreler olduğu gerçeğidir. Bu çevreler bazen resmî ideolojinin kuramcıları, bazen üretimin kaynaklarını elinde tutan ekonomik çevreler, kimi zaman kişisel uğraşları ve becerileri aslında çok değerli olmayan profesyoneller, kimi zaman da tam olarak kaynağı ve gerekçesi anlaşılamayan teveccühlere layık görülen popüler kişilerdir. Bir diğer sebep, günlük yaşamına ideolojilerden beslenerek şekil veren büyük bir kitlenin varlığı ve bu kitlelerin sorgulayacak değil, kendilerine aktarılanı onaylayacak ve sürdürecek insanlara ihtiyaç duymasıdır. Bu insanların sürekli olarak ideolojik referansları esas alması bir süre sonra bir ideolojik aygıta dönüşmelerine sebep olmaktadır. Bunu «sistemin insanını yetiştirmek” şeklinde özetleyebiliriz. İngiliz Guardian gazetesinden Terry Eagleton’ın 17 Aralık 2010’da yazdığı «Üniversitelerin Ölümü” adlı makalesinde «akademik dünyanın statükonun hizmetkârı hâline geldiğini” ifade etmesi ilginçtir. Eagleton, Margaret Thatcher’dan bu yana gözlenen bu durumun adalet, gelenek, hayal gücü, refah, aklın serbest hareketi veya geleceğe ait alternatif vizyonlar adına sürdürüldüğünü öne sürüyor.

Yukarıdaki tespitler üzücü olmakla birlikte şaşırtıcı değil; çünkü kişisel deneyimlerimiz gösteriyor ki sistemin veya kalabalıkların eğitim ihtiyaçları, eğitimin kendi iddiasıyla aksi yönde olabilmektedir. Belki de en önemli sebep, sonunun nereye gittiği yalnızca zanlara veya varsayımlara dayalı olan ekonomik ve siyasi sembollerle yapılan şuursuz işbirliğine ihtiyaç duyanlardır. Buradaki işbirliği, devletler, şirketler veya ideolojiler seviyesinde olabilir. Ancak hangi düzeyde olursa olsun, özellikle akademik dünyadan ve medyadan beslenmek durumundadır. Bu ana yönlendiricilerden bir tanesi insanı yetiştiren bilim merkezi, diğeri onun günlük yaşamını etkileyen haber ve bilgi merkezidir. ‘Eğitilmiş aklın’ çürük şekillenmesindeki tüm sorumluluğu bu kurumlara yüklemek mümkün olmamakla birlikte ödenen faturada ciddi payları olduğu bir gerçektir.

Nitelikli eğitim hakkında konuşurken dikkat çekilmesi gereken bir husus da bizdeki eğitim süreçlerinin fayda-maliyet üzerinde pek durmaması, bunu sadece üretim, finansman ve muhasebe gibi sayısal derslerde düşünebilmesidir. Şüphesiz biz başka bir fayda-maliyet kavramından bahsediyoruz. Eğitim yaşamlarımız genellikle «getiri”ye odaklanmakta, «fayda” üzerinde durmakta, «büyüme ve yararlanma” eğilimi içermekte, ancak «götürü”ye, başka deyişle «maliyet”e fazla önem vermemektedir. İnsan, psikolojisi itibarıyla iyi ve pozitiften daha fazla etkilenen, albenisi yüksek mal ve hizmetlere, fikirlere, yaşam tarzına hemen yatkınlık sergileyebilen bir varlıktır. Bu nedenle ödüllendirilmek ister. Nitekim bizim de yoğun şekilde etkisinde kaldığımız Anglo-Sakson tarzı iş yaşamı hep ödüllendirme üzerine kuruludur. Sürekli olarak ödüllendiren yapı insanların önceliklerini yalnızca ölçülebilen başarılara yöneltmekte; duymak istemediklerine kulaklarını, görmek istemediklerine gözlerini kapamalarını beraberinde getirmektedir.

Bireyselden kurumsala doğru örneklemek gerekirse iyi karne getiren öğrenci ödüle alıştırılmakta, maç kazanan sporcu prim almakta, yüksek maddi ödüller alabilmek için akıllı finans profesyonelleri alabildiğince riskli işlemler yapmaktadır. Bunlar hep ödülcü yaklaşımlardır. Doğasında da insan egosunu ve nefsini tatmin etme iddiası taşımaktadır. Ne var ki ödüller çoğu zaman maliyetleri unutturmaktadır. Öğrenci örneğinde olduğu gibi daima ödüllendiren anlayış eğitimin ruhunu bozmakta, sürekli olarak «kâr-getiri-fayda” üzerine kurulu olan sistemler yeri geldiğinde doğayı, çevreyi ve bizler kadar bu dünyada yaşam hakkı bulunan diğer canlıları elinin tersiyle itmekte, profesyonellerin örneklerinde olduğu gibi çılgınca bir ruh hâliyle alınan riskli kararlar dünyanın ekonomik yapısını alt-üst etmektedir. Bunu matematiksel olarak anlamamız için şu örnek yeterli olacaktır: IMF baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın birkaç yıl önce ortaya koyduğu bir öngörüye göre ekonomik kriz nedeniyle 2010-2015 arasında dünya gelirinde 30 trilyon dolar tutarında kayıp ortaya çıkacak. Dünya gelirinde yaşanan bu kayıp krizi tetikleyen konut kredilerinin neden olduğu ekonomik kaybın tam 100 katına ulaşacak; çünkü 2008’de yaşanan konut kredileri krizinin maliyeti 300 milyar dolar olarak hesaplanmıştı.

«Fayda” ve «sahip olma” üzerine yetiştirilen, sadece getiriyle aklı çelinen bireyler anlamsızca harcamaktadır. Gelecekte kazanılacağı varsayılarak bugünden harcananların yalnızca plastik kartlarla yapılan alışverişlerin ürünleri olduğu zannedilmemelidir. Kimi zaman beşeriyete faydası olmayacak zevkler ve beceriler uğruna insan gençliğini ve zamanını, kimi zaman ise faydası dokunacak ekonomik faaliyetler uğruna doğayı, ekolojik ve ekonomik sistemi, değerler ve normlar sistemini veya kendi toplumunun yüzyıllardır taşıdığı sosyal sermayeyi harcamaktadır. Kısaca bazen para, bazen de yaşamın bizatihi kendisi harcanmaktadır. Bu nedenle her eğitim sisteminde maliyet bilinci oluşturulmalı; yeni nesiller, madenî paranın iki yüzü olduğu benzetmesinden hareketle hemen hemen her durumda getirinin bir de maliyeti olduğu bilinciyle yetiştirilmelidir. Diğer eğitim sistemlerini bilemiyoruz ancak itiraf etmeliyiz ki bizim sistemimiz bu bilinçten yoksundur.

Eğitimde niteliği tartışırken sorulmasında yarar gördüğümüz bir soru da şudur: Nitelikli eğitimin göstergesi, var olana hizmet etmek ve sürdürebilmek midir; yoksa yeni kurumlar inşa etmek ve yeni sistem kurabilmek mi? Bugün aileler için çocuklarının tanınmış okullarda öğrenim görmesi, ardından şöhretli yerli veya uluslararası kuruluşlarda çalışması aldıkları eğitimin niteliğiyle yan yana sunuluyor. Örnek vermek gerekirse mühendislik, iktisat veya işletme bölümlerinde lisans, iş idaresi veya finansman alanında yüksek lisans öğrenimi görüp ardından dünya ölçeğinde tanınan bir yatırım bankasında çalışmak neredeyse öğrenim ve kariyer klişesi hâline geldi. Pahalı plazalarda, zarif ofislerde, şık kıyafetlerle çalışmak ve statükonun kurumlarına hizmet etmek artık parlak bir kariyerin göstergesidir. Ancak sayılanlara ulaşabilen ve CV’leriyle iftihar edenlerin kendi kendilerine sorması gereken sorular da var: Bu işi ben yapmasaydım yapacak olan pek çok kişi kolaylıkla bulunabilir mi? Tam olarak ne kadarlık bir farklılık oluşturuyorum? Kurulu olana gıpta eder ve ona saygı duyarken henüz mevcut olmayan bir sistem oluşturabilmek adına fikirlerim ve cesaretim var mı? Bunlara verilecek cevaplara göre kişinin kendisini, eğitimini ve becerilerini yeniden değerlendirmesi faydalı olacaktır.

Eğitimin niteliğini, itibarlı okul olarak bilinen yerlerden alınan derecelerde arayanlara ve kendini üst perdede gören «seçkin” okul mezunlarına öğrenim yaşamını tamamlamadan da olağanüstü başarılı iş modeli olanları hatırlatmak gerekiyor. Bill Gates, Paul Allen, Michael Dell, Larry Ellison, Mark Zuckerberg’in veya Hindistan, Rusya, İspanya, Fransa, Hong Kong, Suudi Arabistan ve İsrail’den eklenebilecek başarı öykülerinde adı geçen diğerlerinin geldiği noktaları unutmamak gerekiyor. Kimisi hiç üniversiteye gitmemiş, kimisi Harvard, Washington State, Texas Austin, Illinois gibi üniversitelerden terk olan bu girişimciler parıltılı örnekler sunuyor. Bununla birlikte ifrat ve tefritten kaçınmak adına herkesin bu kadar zeki ve becerikli olmadığını, okul terk olarak bilinen istisnai örneklere bakarak eğitimi değersizleştirmeye hiç niyetimiz olmadığını da vurgulamak gerekiyor. Yapmaya çalıştığımız, niteliğin yalnızca bir grup okula ve kolaylıkla çizilebilen kariyer haritalarına indirgenmemesi gereken özel bir beşer ve yaşam seviyesi olduğuna dikkat çekmek. (Genç mezun adayları için ara not: Steve Jobs’ın 2005’te Stanford Üniversitesinde, Larry Ellison’ın ise 2010’da Yale Üniversitesinde yaptıkları mezuniyet konuşmalarının yer yer ilham verici ve nüktedan bir boyutu olsa da kibirli kısımlarına temkinli yaklaşın ve son nefesinize kadar öğrenmeye devam edin diyoruz. Okumak iyidir.)

Ülkemizin en iyi yetişmiş beyinlerinden bazılarının ismi ve bilançosu büyük şirketlerde, ancak kendilerine yaptırılan iş açısından mütevazının da altında sorumluluklarla çalıştıkları sır değil. Hele bu gençlerden kimilerinin son derece sıradan bir öğrenimin ardından ulaşılabilen «faiz, vergi ve amortisman öncesi kâr (FVAÖK)” hesaplamalarıyla ve bilanço okumalarla Türkiye’nin çeşitli kuruluşlarının yabancılara satışında aracı kılınması, sonra da kaç milyon / milyar dolarlık satışa aracılık ettiklerini böbürlene böbürlene anlatmaları artık sıradan misaller olarak görülebilir. Kurum(sal)laşmış, çalışacak binlerce kişiyi her durumda bulabilecek, öyküsü belli, bol sıfırlı bilançosu olan kuruluşlarda yer bulmak mı ciddi bir kişisel başarıdır; yoksa kendine ait bir başarı öyküsü oluşturabilmek, sıradan olanı kendi alanında üst düzey hâle getirebilmek, var olmayan yepyeni iktisadi, finansal, ticari metotlar keşfetmek, toplum ve insanlık adına katma değeri olan düşünsel sistemler kurabilmek, en azından kurmaya çalışmak mı? Yetiştirdiğimiz nesiller için sağlanan eğitim hizmetlerinin nitelikli olup olmadığını değerlendirirken bu hususların da düşünülmesinde yarar görüyoruz.

Bunları da sevebilirsiniz