Birleşemeyen Milletler

Dünya var olduğundan bu yana, önce imparatorlukların daha sonra ulusal devletlerin güç mücadelelerine şahit olmuştur. Fakat bu mücadele devlet denen aygıtın mücadelesi gibi görünse de bakış açımızı küçültüp pencereyi biraz daralttığımızda aslında insanoğlunun doyumsuzluğunu ve kişisel hırslarını görürüz. Bu geçmişte de böyleydi günümüzde de böyle devam etmektedir. Napoleon Bonaparte’ın dediği gibi güç ortaya çıkınca kanunlar zayıfladı ve bu kişisel hırslar uğruna insanların yaşam hakkı göz ardı edildi ve edilmektedir.

” İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına,

İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçları olarak ilan edilmiş bulunmasına,

İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına,

Uluslararasında dostça ilişkiler geliştirilmesini teşvik etmenin esaslı bir zaruret olmasına,

Birleşmiş Milletler Halklarının, Antlaşmada, insanın ana haklarına, insan şahsının haysiyet ve değerine, erkek ve kadınların eşitliğine olan imanlarını bir kere daha ilan etmiş olmalarına ve sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya, daha geniş bir hürriyet içerisinde daha iyi hayat şartları kurmaya karar verdiklerini beyan etmiş bulunmalarına,

Üye devletlerin, Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile işbirliği ederek insan haklarına ve ana hürriyetlerine bütün dünyada gerçekten saygı gösterilmesinin teminini taahhüt etmiş olmalarına,

Bu haklar ve hürriyetlerin herkesçe aynı şekilde anlaşılmasının yukarıdaki taahhüdün yerine getirilmesi için son derece önemli bulunmasına göre,

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,

İnsanlık topluluğunun bütün fertleriyle uzuvlarının bu beyannameyi daima göz önünde tutarak

öğretim ve eğitim yoluyla bu haklar ve hürriyetlere saygıyı geliştirmeye, gittikçe artan milli ve milletlerarası tedbirlerle gerek bizzat üye devletler ahalisi gerekse bu devletlerin idaresi altındaki ülkeler ahalisi arasında bu hakların dünyaca fiilen tanınmasını ve tatbik edilmesini sağlamaya gayret etmeleri amacıyla bütün halklar ve milletler için ulaşılacak ortak ideal olarak işbu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini ilan eder.”(1)

Bu metin, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu´nun Haziran 1948´de hazırladığı ve 10 Aralık 1948´de, BM Genel Kurulu´nun Paris´te yapılan oturumunda kabul edilen 30 maddelik İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin önsözüne ait. Bu önsözle başlayan metnin devamında 30 madde sıralanmaktadır. Bu maddelerden üçüncüsü ise insanın yaşam hakkına vurgu yapmakta ve yaşamanın her ferdin hakkı olduğunu söylemektedir.

Dünyada birçok savaşta, milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. I. Dünya Savaşı’nda dokuz milyon insanın hayatı, onların yaşam hakkı hiçe sayılarak son bulmuştur. Üstelik bunların çoğu savaşla ilgisi olmayan kadın ve çocuklardır. Bu kadar can kaybından sonra, kendi çıkarları uğruna yaşamlarını hiçe saydıkları insanları korumak amacıyla bir araya gelen neoemperyal devletler, şimdiki Birleşmiş Milletler’in temeli sayılan Cemiyet-i Akvam’ı (Milletler Cemiyetini) kurarak dünya barışını sağlayacaklarını düşünmüşler ve bunda da herhangi bir beis görmemişlerdir. Fakat çıkarları yeteri kadar tatmin olmayan bu devletler II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine neden olmaktan da geri durmamışlardır. Bu savaşla birlikte Milletler Cemiyeti sadece kağıt üzerinde olduğunu, bir formaliteden ibaret olduğunu ispatlamıştır. Savaşta elli ile yetmiş milyon insan yaşamını yitirmiş, buna karşın insanlık emperyalizmin canavar yüzünü gösterdiği Nagazaki ve Hiroşima gibi insanlık dışı vahşetlere şahit olmuştur. Bu yaşanan insan kıyımından sonra hem suçlu hem güçlü tabirine yakışırcasına bir araya gelen Fransa, Çin, Birleşik Krallık, ABD(Amerika Birleşik Devletleri) ve o zamanki adıyla SSCB (Sovyet Sosyalist Birliği) tarafından 24 Ekim 1945’te kurulmuştur. Tabiki bu örgütte Milletler Cemiyeti kadar olmasa da kurulduktan sonra yaşanan birçok katliama seyirci kalmıştır ve kalmaktadır. Bunlardan en acısı Srebrenitsa Katliamı başta olmak üzere Balkanlarda yaşananlar ve günümüzde hala devam eden Ortadoğu’daki katliamlar.

Gün geçmiyor ki Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesinden katliam haberi gelmesin. Ortadoğu halkı maalesef o coğrafyada daima petrolün getirdiği acıyı ve karanlığı yaşamak zorunda bırakıldı. Mısır’da ve Suriye’de yaşanan katliamlar, Lübnan’da Yemen’de meydana gelen patlamalar, Irak’ta eksik olmayan intihar saldırıları… bütün bunlar Ortadoğu coğrafyasının gerçekleri ve oradaki çocukların her gün gözünü açtıkları bir dünya. Bu nedenle Nuray Mert’in dediği gibi” insanlığa dair kaygılarımıza sınır çizilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Hele yanı başımızda olanlara kayıtsız kalmak söz konusu olmamalıdır.”(2) Meydanlarda Rabia işareti yapıp halkları galeyana getirmek yerine tarafsız bir şekilde daha çözüme yönelik tutumlar içine girmek gerekmektedir. Ancak bu şekilde Ortadoğu’da etkili bir lider konumuna gelinebilir(!).

Dünya var oldukça insanoğlunun hırs ve doyumsuzluğu devam edecektir ve bu doyumsuzluk hiç son bulmayacaktır. Ne kadar örgüt kurulursa kurulsun, geçmişte yaşanan katliamlara nasıl seyirci kalındıysa, Suriye ve Mısır başta olmak üzere şu anda bile Ortadoğu ülkelerinde yaşananlara nasıl seyirci kalınıyorsa, bu böyle devam edecektir. En fazla ABD(Amerika Birleşik Devletleri) Irak’a götürdüğü demokrasiyi diğer Ortadoğu ülkelerine de götürür ve bütün dünya yaşanan bu vahşet filmine seyirci kalmaya devam eder…

(1) http://www.ohchr.org/EN/UDHR/Pages/Language.aspx?LangID=trk#

(2) http://birgun.net/yazi-goster/nuray-mert/20-8-2013/misir-ve-biz-349.html

Bunları da sevebilirsiniz