Ağla Sevgili Cumhuriyet Ağla

Cumhuriyet toplumun kendisini, kendi iradesi ile doğrudan yönetmesi özgürlüğüdür. Bu irade ve dolayısıyla bu özgürlük, her hangi bir kişiye veya bir zümreye asla devredilemez, verilemez ! Böyle bir iradenin var olması ancak özgür bireylerin yaşadığı ülkede geçerli olabilir. Özgür bireyin var olması için de, yaşanılan toplumun ağalıktan, şeyhlikten ve bağnaz düşüncelerden arınmış olması gerekmektedir. Şayet bir toplum çağdaş ve bilimsel eğitimden yoksunsa, aklın üstünlüğü yerine bir takım irdelenemez ve dönüştürülemez doğmaların karanlığında boğuluyorsa, o toplumda Cumhuriyetin yaşaması olanaksızdır.

29-Ekim-1923’de Cumhuriyet Ankara’da Büyük Meclis’te kabul edilip ilan edilmeden önce, millet altı yüz yıl bir ailenin tartışmasız iradesi ile yönetilmiştir. Bu yönetim iktidarını sürdürebilmek için kardeş kanı içmeyi bile yasallaştırmış bu yolda bir çok kardeş ve yakın akraba kanı akıtılmıştır. Toplumun başındaki, yaşamın her alanına hükmeden hükümdar, aynı zamanda yeryüzünde Allah’ın temsilcisi konumundaydı. Bu güç O’nu dokunulmaz ve eleştirilmez yapıyordu. İstediğine istediği her şeyi verir, istemediğinde de canı dahil her şeyini elinden alabilirdi. Bu anlayış toplumun özgürleşmesini engelliyor, giderek çağdışı bir yaşamı bireylere dayatıyordu.

Toplumun özgürleşmesi için aklın üstünlüğüne dayalı bir eğitim sistemine gereksinim vardır. Bu anlayış günümüz Avrupa toplumlarında aydınlanma çağı ile başlamış ve yerleşmiştir. Osmanlı o günlerde fütuhatla zenginleşirken, Avrupa dinde reform hareketi ve eğitimde bilimi temel almasıyla gelişmeler gösteriyordu. Bu gelişim giderek Osmanlı’nın önüne dikiliyor, O’nu toplumsal ve bilimsel gelişmenin gerisine itiyordu. Zenginleşen Avrupa’ya karşı Osmanlı toplumu yoksullaşıyor, teknolojide geri kalıyor, kendisini Avrupa’nın merhametine terk ediyordu. Ekonomik, adli ve askeri olarak Avrupa’ya karşı bağımlı kılınıyordu. Alınan borçlar günü geldiğinde ödenemiyor, devletin gelirlerine güçlü devletler el koyuyordu. Batılı devletlerin kendi iç çelişkileri ve çıkarları borç harçla Osmanlı’yı ayakta tutuyor görünüyordu. Oysa bu bir çöküş ve yok oluştan başka bir şey değildi. Örneğin; 1854 Kırım Savaşı’na borç alınarak giriliyor, zafer kazanılmasına karşın Berlin ve Paris Anlaşmaları’nda yine kaybediliyor ve bazı topraklardan vazgeçmek zorunda kalınıyordu.

Osmanlı toplumsal yapısı çok çeşitli etnik ve dinsel unsurlardan oluşuyordu. Devlet içindeki bu yapı ekonomik alanda da kendisini hissettiriyordu. Yahudiler ticareti ellerinde bulundururken, Ermeniler daha çok zanaatkarlık alanında etkinlerdi. Bu iki gurup kapitalizmin gelişmesi ile sanayi üretimini de kontrol eder duruma geldi. Türkler ise genellikle ya asker oluyor ya da bulunduğu yerde ilkel şartlarda çiftçilik veya hayvancılıkla uğraşıyordu.

Avrupa karşısında geri kalış, bu iş bölümünden kaynaklanmaktadır. Avrupa’nın güçlü devletlerinin kapitülasyonla elde ettiği ayrıcalıklar yerli tüccar ve üreticilerin işini daha da zora sokuyor, giderek onları güçsüzleştiriyor ve sonunda iş yapamaz hale getiriyordu. Örneğin, yabancı tüccarlar mallarını ülkenin her tarafında düşük vergi ile pazarlarken, Osmanlı uyruklu tüccarlar daha fazla vergi ödemek zorunda kalıyordu. Bu eşitsiz şartlar ticari sermaye birikiminin yabancıların elinde ve kasasında birikmesini sağlıyor, hatta bu durum bazı yabancıları Osmanlı’ya faizle borç verir duruma getiriyordu.

Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası yapılan mübadele ile Anadolu’daki irili ufaklı manifaktür (aile üretimi) üretim sahipleri ülkeyi terk edince, küçük de olsa sanayi üretimi tamamen yok oldu.

Ekonominin yabancıların elinde bulunması ve emperyalist devletlerin çıkarları Osmanlı’yı dört bir taraftan kuşatmıştı. Gelişme kapıları kapanmış, özgürlüklerden korkan yönetim çağın gelişmelerinin gerisinde kalmıştı. Altı yüz yıllık imparatorluk artık adım adım sona yaklaşıyordu. Birinci Dünya Savaşı ile bu son geldi.

Bu son, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna başlangıç oluşturmuştur. Biat eden reaya toplum yerine, özgür bireylerden oluşan, yurttaşlık temeline dayalı devlet sistemi oluşturulmuştur. Cumhuriyet, devleti çeşitli devrimlerle donatıyor, aklı üstün kılarak bilim ve teknolojik gelişmenin önünü açıyordu. Cumhuriyetin önderi Mustafa Kemal «bağımsızlık benim karakterimdir” diyor; Cumhuriyeti «adam olmak” olarak tanımlıyordu.

Yeni kurulan Cumhuriyet Osmanlı’dan kalan borçları 1954 yılına kadar ödeyerek borçsuz bir duruma geldi. Yüzde beş olan okuma yazma oranı hızla gelişerek bugünkü seviyelere ulaştı. Sanayi üretimi bir taraftan alt yapı yatırımları diğer taraftan ağır sanayi hamleleri ile büyük kalkınma hızına kavuşturuldu. Seksen yılda bir şey yapılmadı diye yalan siyaset üretenler, bugün seksen yılda yapılanları satarak iktidarlarını sürdürmektedirler. Yani Cumhuriyet, ekonomik, sosyal, kültürel alanda kısa zamanda çok büyük gelişmeler sağlamıştır.

Bütün bunları içlerine sindiremeyen geçmişin köhne ve kararmış zihniyet sahipleri, fırsat buldukça etnik ve dinsel olarak yeni cumhuriyetin karşına dikiliyordu. Ya açıktan baş kaldırıyorlar veya Allah adını kullanarak gizli gizli cumhuriyetin altını oyuyorlardı. Özellikle 1950’den sonraki iktidar sahipleri eğitimden ve ekonomik gelişmeden pay alamayan kesimleri oy uğruna istismar ederek çağdaşlaşmayı alabildiğine köstekliyorlardı. Elbette bu arada emperyalizm boş durmuyor, içeride buldukları işbirlikçilerle bu gidişi körüklüyordu. Çünkü; Türkiye Cumhuriyet’i ezilen ve sömürülen emperyalizmin boyunduruğundaki geri kalmış ülkelere örnek oluyordu.

İçten ve dıştan körüklenen cumhuriyet düşmanlığı, içinde yaşadığımız günlerde devrimlerin genleri ile oynanarak bağnaz ve biatkar bir iktidarı Cumhuriyetin başına sarmış bulunmaktadır. Gerici Arap Şeyhlikleri ve devletleri ile işbirliği yapılarak söz konusu ülkelerin ve emperyalizmin Petro-dolarları ile cumhuriyetin boynuna kement geçirilmektedir. Ülke içinde buldukları ve yetiştirdikleri işbirlikçilerle (eski Dış İşleri Bakanı Kamuran İnan’a göre ülke içinde dört yüz bin CIA Ajanı var) cumhuriyeti boğmak üzeredirler. Cumhuriyet olmasa ve özledikleri İslami Arap rejimleri ve gırtlağına kadar borç batağına saplanmış Osmanlı özlemi devam etmiş olsaydı, cumhuriyetin bugünkü yıkım güçleri ya köylerinde çoban ya da birer maraba olarak yaşayacaklardı. Kendilerine bu imkanı veren cumhuriyeti melezleştirip toplumu biatkar kılmak isteği nankörlükten başka bir şeyle ifade edilemez.

Özgür yurttaşları yetiştiren sosyal hukuk devletini adım adım gerçekleştiren cumhuriyet, bugün artık kuşatılmış, değerleri ve kazanımları ayaklar altına alınarak darağacına götürülmek üzere yola çıkarılmış bulunmaktadır. Sol döneklerden, kindar solculara, vahabi İslam’ından etnik azınlıklara varana kadar işbirliği yapanlar, kendi kuyularını kazdıklarını anladıklarında artık vakit geçmiş olacaktır.

Bütün bu devrim karşıtlarının işbirliğine karşın cumhuriyet için dayanışmak ve bir güç oluşturmak günü gelmiş; hatta geç kalınmıştır. Kurtuluş için ya birlikte direneceğiz ya da «ağla sevgili Cumhuriyet ağla” diyerek dövüneceğiz.

Bunları da sevebilirsiniz