Emperyalizm, Milliyetçilik (Ulusalcılık) ve Direniş…

Başbakan, «milliyetçiliği ayaklar altına aldık” dedi.
Dışişleri Bakanı da «ulusalcılıkla hesaplaşmamız gerek!” dedi.
Haydi bakalım… Bu zata bir güzel ders vereyim de cümle alem şahit olsun..
Hemen ilk cümlemizi şöyle kuralım: İnsan neden ulusalcı veya milliyetçi olsun ki?
Yani bir ülkenin milliyetçisinin (veya ulusalcısının) duyguları, Eskimoları veya Angola halkını neden ilgilendirsin ki? Eğer bir duygunun evrensel yansıması varsa o, tarihe geçecek bir pozitif duygudur. Yoksa insanlık tarihinde virgül bile olamaz, değil mi?
Madem insanlık, yerelden ulusala, ulusaldan evrensele uzanırken tüm dünya insanlarına «ortak bir uygarlık” sunmayı amaçlıyor, öyle ise bu dünyada milliyetçiliğe yer yoktur demek lazımdır ki, bu sonuç teorik mantık açısından doğrudur.
Ama pratikte kazın ayağı öyle değildir tam olarak.
**
Örneğin… Ülke işgal altındayken, ulusal direnişin dağlardan köylere yayılması gerekliyken, daha sonra devrim dalgası yükselirken, üstelik emperyalizm sınırsız savaş gücü ile genç devrimi tehdit ederken, yani bağımsızlık sonrası devrim inşa edilirken, daha açıkçası ulus-devlet ayağa dikilirken «milliyetçili” öylesine gereklidir ki, sanki başka hiçbir silah görünmez ortalıkta, «dinin devrimci gücünden” başka!
Hoppala.. Neler diyorum ben?
Milliyetçilik diyorum. Dinin devrimci gücü diyorum. Olur mu böyle şeyler anlatalım bakalım.
**
Milliyetçilik ve din!
Faşizmin azgın ordularına karşı vatan Rusya´yı savunmak için kiliseleri açtırarak papazları vatan savunması ayinleri düzenlemeyi teşvik eden, şairlere vatan için destanlar yazmayı emreden Stalin´e
sorun bakalım, işgal altında iken bir halkı uyandırmak için milliyetçi ruhiyat ile devrimci din, silah mıdır yoksa Marx´ın afyonları mı?
**
Hemen Tolstoy’a geçelim… Hümanizme bağlanmış bu eşsiz Rus yazarı, milliyetçiliği halkları birbirine karşı kışkırttığı ve savaşların sebebi olması yüzünden tek kelime ile reddetmiştir. Ama romanlarında ve yazılarında anavatanı savunmak için savaşmayı ve bu yönde edebiyat yapmayı ise reddetmemiştir. Vatana bir saldırı olduğu zaman yurtseverliği ve yurt sevgisini bütünüyle kucaklamıştır. Bu sebepten anavatan savaşını anlatan «Harp ve Sulh” romanını yazmıştır.
Ataol Behramoğlu bu konuda şu yorumu getirir: « Tolstoy´un boş inanç diye nitelediği yurt severlik, romanlarında çeşitli tiplerini yaratarak eleştirdiği egemen sınıfların, aristokratların, kendi çıkarları yolunda halk kitlelerini etkilemek için kullandıkları sahte, şoven, ırkçı, sömürgeci sloganlardır. Eleştiri oklarının hedefi Rus Çarlığının emperyalist siyaseti, aristokrasinin ve Rus ordusunun yozlaşmış, kişiliksiz kariyerist, temsilcileridir. Aynı toplumsal kesimlerin içinden çıkan gerçek savaşçı kahramanlar ve özellikle de sıradan halk insanın gösterişsiz ve doğal yurt sevgisi ise Tolstoy´un övgüsünün odağındadır.” (Cumhuriyet Pazar, 16 Ocak 2011)
Günümüz siyasi ayrımlarının getirdiği kavram ambargosuna veya kargaşasına girmeden, milliyetçi, ulusalcı, yurtsever veya vatansever, ne derseniz deyin bu tür ruhiyatın veya hissiyatın geçerli olduğu tarihi dönemler vardır. Bu dönemler emperyalizme karşı direnişin yükseldiği tarihi zamanlardır. Türk Kurtuluş Savaşı´nda ve Türkiye Cumhuriyeti´nin devrim yıllarında olduğu gibi.
Mehmet Akif´in İstiklal Marşı ile Nazım Hikmet´in Kuvayı Milliye Destanı, bu tür yüce amaçlara dönük kaleme alınmış edebiyat yapıtlarıdır. (Emperyalizmi burada sömürgecilik sonrası yükselen Batı Avrupa-ABD´nin azgın, saldırgan ve savaşçı vahşi kapitalizmi anlamında kullanıyorum.)
Mao, Ho-Şi-Mihn, Fidel Castro, Gandi, Chavez, Alman işgali altında iken De Gaulle, Nazizme karşı mücadele ederken Sir Winston, Churchill, hepsi de böyle düşündüler ve yanılmadılar. Milliyetçiliği ve dini, anti-emperyalist direnişte ve savunmada kullandılar; savaşçılıkta, militarizmde, emperyalist yayılmada ve komşuya saldırmada değil. İşte o zaman faşizmin silahı olurdu çünkü bu kritik kavramlar.
**
İşgal veya tehdit altındaki her ulus veya her etnik yapı, emperyalizme karşı, milliyetçi ve dindar hassasiyetten umut kıvılcımları kazanabilir. Iraklı veya Filistinli direnişçiye soralım bakalım onun ruhunu ne ayakta tutuyor. Binlerce yıl göçmen olarak nice ülkede yaşamış Yahudilere soralım bakalım, onları neler ayakta tuttu bunca yüzyıl?
Oysa sonsuz barış ve sükunet içinde, normal demokratik ve çağdaş bir toplumda milliyetçiliğe gerek yoktur, örneğin İsviçre şairi karlı dağlarına şiir yazarken neden ulusunu göklere çıkarsın ki? Göklere uzanan sadece karlı Alp zirveleridir.
Oysa Türkiye halkı, 21.yyüzyılda kanlı bir şekilde ilerlerken, yeniden kendini savunmak için savunmacı çağdaş milliyetçiliğini ve İslam´ın devrimci-direnişçi muhtevasını aramak ve bulmak zorundadır. Yoksa tarihten silinmesi an meselesidir!
**
halka sorup oylayalım bakalım. Her gün emperyalizmin kiralık terör ordularına onlarca şehit veren bir ulustan, ülkesini korumak için ulusalcı veya milliyetçi olmamayı beklemek doğal insanlık mıdır, yüzde yüz teslimiyet midir? Üstelik halkın kara günlerinde milliyetçi veya ulusalcı olmamak, Allah´ın yoluna yüce tek Tanrılı son dinin kurtarıcı ve kucaklayıcı ana fikrine sığar mı? Gerçek din Şeytan´ın emrindeki emperyalizmin can düşmanı değil midir?
Hesaplaşacakmış!
Ayaklar altına almış!
Hadi ordan…
İşte Nazım, işte yurtseverlik…
Arkadaşlar… Sevgili okuyucu…
Nazım Hikmet´in Kuvayı Milliye Destanı’nda işgal altındaki İstanbul´u anlatırken savurduğu dizeleri hatırlayın:
Biz ki İstanbul şehriyiz
İşte arz ederiz halimizi
Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır, 919´dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın,
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak
ve kurumuştu
ve kan içinde idi memelerimiz…
**
Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan,
Amerikan ve bir de Yunan
Bir de zavallı Afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz:
Vahdettin Sultan ve damadı Ferit,
ve İngiliz muhipleri ve mandacılar..
**
Biz ki İstanbul şehriyiz,
Yüce Türk halkı,
Malumun olsun çektiğimiz acılar..”
Yahu, düşün düşün, bir türlü bir fark göremiyorum..
Şu yukarıdaki şiirin yazıldığı dönem ile yaşadığımız dönem arasında ne fark var ki?
O zaman da bir devletimiz vardı güya..
Şimdi de var..
O zaman da millet acı çekiyordu..
Şimdi de çekiyor…
O zaman da içimizde köpek dölleri vardı…
Köpeklere hakaret olmasın
Şimdi içimizde şeytan dölleri dolu…
**
Böyle zamanları şairler kaydeder.
Şairlerdir halkın direnişini belgeleyenler..
O zaman Nazım Hikmet varmış. Şimdi ise kimsemiz yok. Kimse direniş şiirimizi yeniden doğurmuyor. Yeni savaşçı şairlerimiz yok.
Bitmişler. Bir tane aklımızda kalan yeni yazılmış direniş şiiri var mı?
İşte bu kötü..
Çok ama çok kötü.
**
Paris Nazilerce işgal altındayken, Aragon direniş şiirleri yazardı. Bir kafeye oturur. Elsa´ya şiirler yazardı. Oysa Elsa, Fransa demekti.. şiirlerde Elsa ağlardı, dövünürdü, aşk için çırpınırdı.
Oysa vatan Fransa anlatılırdı o şiirlerde.
Üstat şiirini bitirince bir bisikletli genç gelir, masadan kağıdı alırdı.
Doğru bir yeraltındaki elle baskı yapan bir matbaaya. Basılan şiir, bisikletli tarafından okul çıkışlarında, fabrika vardiya değişimlerinde, çarşıda, pazarda, gençlere, işçilere, halka dağıtılırdı.
Böylece şiirleri okuyan Fransa direnmeye devam ederdi.
Rezistans, yani gizli bir radyodan Aragon^´un şiirlerini okuyarak günlük direniş konuşmalarına başlardı.
Sonuç, Rezistansın zaferidir.
Her yıl işte bu yüzden, Paris´te Zafer Takı´nın altından « Zafer Yürüyüşü” yapar Fransızlar.. Göğüsleri madalyalı eski Rezistans üyeleri, aileleri ve gençler.
**
Ha sahi, bizde şu günlerde direniş şiiri yazan şair var mı?
Aklınızda kalan bir iki mısra söyler misiniz?
Haydi öyle ise benden bir şiir sunalım..
DİRENİŞ DİLİYORUM
Sana direniş diliyorum
bombalarla inleyen mazlum dünya
gözü yaşlı ülkem, kemençem, çaydaçıram
mahzun memleketim, vatanım
sessiz şehit ailelerim
emekçi insanlarıyla
işçisi, işsizi, esnafı ve köylüsü
tüm ter ve kan akıntılarıyla, anadolum
vatan ve namus diyen, akdeniz´lim doğulum
tüm yurtseverliğiyle balkanlım, kafkasyalım
silivri kahramanlarıyla karadeniz´lim egelim
benim yurdum, kelepçeli masum subayım
sana direniş diliyorum
satılmayan kalemi, öğretmeni, öğrencisi
yeşil ormanları, mavi kumsalları
çorak bozkırları, bembeyaz başlıklı dağları,
yörük obaları ve varoş halkıyla
camisi, cemevi göbek havası ve semahıyla
eyy memleketimin halk kurtuluş ordusu
memetler okyanusu can feda sana
haydi cennete çevirelim cehennem vatanı
sana direniş diliyorum
yeter ki istiklal savaşını hatırla
yeter ki duy hasan tahsin´in ilk kurşununu
canlandır ruhunda kara yılan´ı, yörük ali´yi sütçü imam´ı
kocatepe´ye tırmanan sarışın kurdu
yeter ki hisset
kurtuluşa doludizgin koşan kalpaklı süvarileri
işte o zaman işiteceksin
şafakla birlikte gürleyen top seslerini
sana direniş diliyorum
yılbaşı akşamı bordum´da
cevat şakir caddesi´ne
poşet içinde bırakılan
«gülümser” bebek
sana direniş diliyorum
yüzyılın başında
emperyalizm vadisi´ne
çıplak bırakılan
«vatan bebek”
hele bir davran
parçala sahte alın yazını
tarihini kendin yaz ecdadın gibi
yükselt ki sancağını başın öne eğilmesin!

Başbakan, «milliyetçiliği ayaklar altına aldık” dedi.

Dışişleri Bakanı da «ulusalcılıkla hesaplaşmamız gerek!” dedi.

Haydi bakalım… Bu zata bir güzel ders vereyim de cümle alem şahit olsun..

Hemen ilk cümlemizi şöyle kuralım: İnsan neden ulusalcı veya milliyetçi olsun ki?

Yani bir ülkenin milliyetçisinin (veya ulusalcısının) duyguları, Eskimoları veya Angola halkını neden ilgilendirsin ki? Eğer bir duygunun evrensel yansıması varsa o, tarihe geçecek bir pozitif duygudur. Yoksa insanlık tarihinde virgül bile olamaz, değil mi?

Madem insanlık, yerelden ulusala, ulusaldan evrensele uzanırken tüm dünya insanlarına «ortak bir uygarlık” sunmayı amaçlıyor, öyle ise bu dünyada milliyetçiliğe yer yoktur demek lazımdır ki, bu sonuç teorik mantık açısından doğrudur.

Ama pratikte kazın ayağı öyle değildir tam olarak.

**

Örneğin… Ülke işgal altındayken, ulusal direnişin dağlardan köylere yayılması gerekliyken, daha sonra devrim dalgası yükselirken, üstelik emperyalizm sınırsız savaş gücü ile genç devrimi tehdit ederken, yani bağımsızlık sonrası devrim inşa edilirken, daha açıkçası ulus-devlet ayağa dikilirken «milliyetçili” öylesine gereklidir ki, sanki başka hiçbir silah görünmez ortalıkta, «dinin devrimci gücünden” başka!

Hoppala.. Neler diyorum ben?

Milliyetçilik diyorum. Dinin devrimci gücü diyorum. Olur mu böyle şeyler anlatalım bakalım.

**

Milliyetçilik ve din!

Faşizmin azgın ordularına karşı vatan Rusya´yı savunmak için kiliseleri açtırarak papazları vatan savunması ayinleri düzenlemeyi teşvik eden, şairlere vatan için destanlar yazmayı emreden Stalin´e

sorun bakalım, işgal altında iken bir halkı uyandırmak için milliyetçi ruhiyat ile devrimci din, silah mıdır yoksa Marx´ın afyonları mı?

**

Hemen Tolstoy’a geçelim… Hümanizme bağlanmış bu eşsiz Rus yazarı, milliyetçiliği halkları birbirine karşı kışkırttığı ve savaşların sebebi olması yüzünden tek kelime ile reddetmiştir. Ama romanlarında ve yazılarında anavatanı savunmak için savaşmayı ve bu yönde edebiyat yapmayı ise reddetmemiştir. Vatana bir saldırı olduğu zaman yurtseverliği ve yurt sevgisini bütünüyle kucaklamıştır. Bu sebepten anavatan savaşını anlatan «Harp ve Sulh” romanını yazmıştır.

Ataol Behramoğlu bu konuda şu yorumu getirir: « Tolstoy´un boş inanç diye nitelediği yurt severlik, romanlarında çeşitli tiplerini yaratarak eleştirdiği egemen sınıfların, aristokratların, kendi çıkarları yolunda halk kitlelerini etkilemek için kullandıkları sahte, şoven, ırkçı, sömürgeci sloganlardır. Eleştiri oklarının hedefi Rus Çarlığının emperyalist siyaseti, aristokrasinin ve Rus ordusunun yozlaşmış, kişiliksiz kariyerist, temsilcileridir. Aynı toplumsal kesimlerin içinden çıkan gerçek savaşçı kahramanlar ve özellikle de sıradan halk insanın gösterişsiz ve doğal yurt sevgisi ise Tolstoy´un övgüsünün odağındadır.” (Cumhuriyet Pazar, 16 Ocak 2011)

Günümüz siyasi ayrımlarının getirdiği kavram ambargosuna veya kargaşasına girmeden, milliyetçi, ulusalcı, yurtsever veya vatansever, ne derseniz deyin bu tür ruhiyatın veya hissiyatın geçerli olduğu tarihi dönemler vardır. Bu dönemler emperyalizme karşı direnişin yükseldiği tarihi zamanlardır. Türk Kurtuluş Savaşı´nda ve Türkiye Cumhuriyeti´nin devrim yıllarında olduğu gibi.

Mehmet Akif´in İstiklal Marşı ile Nazım Hikmet´in Kuvayı Milliye Destanı, bu tür yüce amaçlara dönük kaleme alınmış edebiyat yapıtlarıdır. (Emperyalizmi burada sömürgecilik sonrası yükselen Batı Avrupa-ABD´nin azgın, saldırgan ve savaşçı vahşi kapitalizmi anlamında kullanıyorum.)

Mao, Ho-Şi-Mihn, Fidel Castro, Gandi, Chavez, Alman işgali altında iken De Gaulle, Nazizme karşı mücadele ederken Sir Winston, Churchill, hepsi de böyle düşündüler ve yanılmadılar. Milliyetçiliği ve dini, anti-emperyalist direnişte ve savunmada kullandılar; savaşçılıkta, militarizmde, emperyalist yayılmada ve komşuya saldırmada değil. İşte o zaman faşizmin silahı olurdu çünkü bu kritik kavramlar.

**

İşgal veya tehdit altındaki her ulus veya her etnik yapı, emperyalizme karşı, milliyetçi ve dindar hassasiyetten umut kıvılcımları kazanabilir. Iraklı veya Filistinli direnişçiye soralım bakalım onun ruhunu ne ayakta tutuyor. Binlerce yıl göçmen olarak nice ülkede yaşamış Yahudilere soralım bakalım, onları neler ayakta tuttu bunca yüzyıl?

Oysa sonsuz barış ve sükunet içinde, normal demokratik ve çağdaş bir toplumda milliyetçiliğe gerek yoktur, örneğin İsviçre şairi karlı dağlarına şiir yazarken neden ulusunu göklere çıkarsın ki? Göklere uzanan sadece karlı Alp zirveleridir.

Oysa Türkiye halkı, 21.yyüzyılda kanlı bir şekilde ilerlerken, yeniden kendini savunmak için savunmacı çağdaş milliyetçiliğini ve İslam´ın devrimci-direnişçi muhtevasını aramak ve bulmak zorundadır. Yoksa tarihten silinmesi an meselesidir!

**

halka sorup oylayalım bakalım. Her gün emperyalizmin kiralık terör ordularına onlarca şehit veren bir ulustan, ülkesini korumak için ulusalcı veya milliyetçi olmamayı beklemek doğal insanlık mıdır, yüzde yüz teslimiyet midir? Üstelik halkın kara günlerinde milliyetçi veya ulusalcı olmamak, Allah´ın yoluna yüce tek Tanrılı son dinin kurtarıcı ve kucaklayıcı ana fikrine sığar mı? Gerçek din Şeytan´ın emrindeki emperyalizmin can düşmanı değil midir?

Hesaplaşacakmış!

Ayaklar altına almış!

Hadi ordan…


İşte Nazım, işte yurtseverlik…

Arkadaşlar… Sevgili okuyucu…

Nazım Hikmet´in Kuvayı Milliye Destanı’nda işgal altındaki İstanbul´u anlatırken savurduğu dizeleri hatırlayın:


Biz ki İstanbul şehriyiz

İşte arz ederiz halimizi

Türk halkının yüce katına.

Mevsim yazdır, 919´dur.

Ve teşrinlerinde geçen yılın,

dört düvele teslim ettiler bizi,

gözü kanlı dört düvele

anadan doğma çırılçıplak

ve kurumuştu

ve kan içinde idi memelerimiz…

**

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Fransız, İngiliz, İtalyan,

Amerikan ve bir de Yunan

Bir de zavallı Afrika zencileri

yer bitirir bizi bir yandan,

bir yandan da kendi köpek döllerimiz:

Vahdettin Sultan ve damadı Ferit,

ve İngiliz muhipleri ve mandacılar..

**

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Yüce Türk halkı,

Malumun olsun çektiğimiz acılar..”


Yahu, düşün düşün, bir türlü bir fark göremiyorum..

Şu yukarıdaki şiirin yazıldığı dönem ile yaşadığımız dönem arasında ne fark var ki?

O zaman da bir devletimiz vardı güya..

Şimdi de var..

O zaman da millet acı çekiyordu..

Şimdi de çekiyor…

O zaman da içimizde köpek dölleri vardı…

Köpeklere hakaret olmasın

Şimdi içimizde şeytan dölleri dolu…

**

Böyle zamanları şairler kaydeder.

Şairlerdir halkın direnişini belgeleyenler..

O zaman Nazım Hikmet varmış. Şimdi ise kimsemiz yok. Kimse direniş şiirimizi yeniden doğurmuyor. Yeni savaşçı şairlerimiz yok.

Bitmişler. Bir tane aklımızda kalan yeni yazılmış direniş şiiri var mı?

İşte bu kötü..

Çok ama çok kötü.

**

Paris Nazilerce işgal altındayken, Aragon direniş şiirleri yazardı. Bir kafeye oturur. Elsa´ya şiirler yazardı. Oysa Elsa, Fransa demekti.. şiirlerde Elsa ağlardı, dövünürdü, aşk için çırpınırdı.

Oysa vatan Fransa anlatılırdı o şiirlerde.

Üstat şiirini bitirince bir bisikletli genç gelir, masadan kağıdı alırdı.

Doğru bir yeraltındaki elle baskı yapan bir matbaaya. Basılan şiir, bisikletli tarafından okul çıkışlarında, fabrika vardiya değişimlerinde, çarşıda, pazarda, gençlere, işçilere, halka dağıtılırdı.

Böylece şiirleri okuyan Fransa direnmeye devam ederdi.

Rezistans, yani gizli bir radyodan Aragon^´un şiirlerini okuyarak günlük direniş konuşmalarına başlardı.

Sonuç, Rezistansın zaferidir.

Her yıl işte bu yüzden, Paris´te Zafer Takı´nın altından « Zafer Yürüyüşü” yapar Fransızlar.. Göğüsleri madalyalı eski Rezistans üyeleri, aileleri ve gençler.

**

Ha sahi, bizde şu günlerde direniş şiiri yazan şair var mı?

Aklınızda kalan bir iki mısra söyler misiniz?

Haydi öyle ise benden bir şiir sunalım..


DİRENİŞ DİLİYORUM

Sana direniş diliyorum

bombalarla inleyen mazlum dünya

gözü yaşlı ülkem, kemençem, çaydaçıram

mahzun memleketim, vatanım

sessiz şehit ailelerim


emekçi insanlarıyla

işçisi, işsizi, esnafı ve köylüsü

tüm ter ve kan akıntılarıyla, anadolum

vatan ve namus diyen, akdeniz´lim doğulum

tüm yurtseverliğiyle balkanlım, kafkasyalım

silivri kahramanlarıyla karadeniz´lim egelim

benim yurdum, kelepçeli masum subayım


sana direniş diliyorum

satılmayan kalemi, öğretmeni, öğrencisi

yeşil ormanları, mavi kumsalları

çorak bozkırları, bembeyaz başlıklı dağları,

yörük obaları ve varoş halkıyla

camisi, cemevi göbek havası ve semahıyla

eyy memleketimin halk kurtuluş ordusu

memetler okyanusu can feda sana

haydi cennete çevirelim cehennem vatanı

sana direniş diliyorum


yeter ki istiklal savaşını hatırla

yeter ki duy hasan tahsin´in ilk kurşununu

canlandır ruhunda kara yılan´ı, yörük ali´yi sütçü imam´ı

kocatepe´ye tırmanan sarışın kurdu

yeter ki hisset

kurtuluşa doludizgin koşan kalpaklı süvarileri

işte o zaman işiteceksin

şafakla birlikte gürleyen top seslerini


sana direniş diliyorum

yılbaşı akşamı bordum´da

cevat şakir caddesi´ne

poşet içinde bırakılan

«gülümser” bebek


sana direniş diliyorum

yüzyılın başında

emperyalizm vadisi´ne

çıplak bırakılan

«vatan bebek”


hele bir davran

parçala sahte alın yazını

tarihini kendin yaz ecdadın gibi

yükselt ki sancağını başın öne eğilmesin!

Bunları da sevebilirsiniz