Yeniden İzmir Yangını /1 (13 Eylül 1922–18 Eylül 1922)

Geçtiğimiz ay, Türkiye ve Türk halkının özgürleştiği (gün olarak kabul gören) 9 Eylül 1922’nin, yani Yunan Ordusu’nun İzmir’den sökülüp atıldığı günün 90. yıldönümü kutlandı[1]. Bu arada, 13 Eylül’de başlayıp, İzmir’in Türkler ve Yahudilerin oturduğu mahalleler dışında kalan kısmını yok eden büyük yangın da, 90. yaşına girdi.
Yakın gelecekte, Türkiye’nin başına ağrıtmaya aday bir konu olan İzmir Yangını’nın, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı ile İzmir Valisi ve de AKP’nin İzmir milletvekillerinden birisi arasında, 9 Eylül’de yapılan törenlerin programı ve törenler sırasında yaşananlar çerçevesinde gelişen anlamsız bir söz dalaşının gölgesinde kalması talihsizlik oldu.
Osmanlı egemenliğinde olduğu dönemde, büyük depremlerden sonra başlayan yangınların vurduğu bir kent İzmir. İzmir’i vuran bu son yangın, bir süredir hem ulusal, hem de uluslararası ölçekte konuşuluyor. Tarihsel bir olayın konuşulup yazılması son derece doğal. Doğal olmayan, bunu yapan bazılarının, akademinin gerektirdiği özenli araştırmayı yapmadan ve/veya yazın kurallarına uymadan bir yargıya (!) varması. Böyle yapılarak varılan yerin, çoğu kez bir önyargının kamuoyuna itiraf edilmesi olduğu ve bilimsel bir değer ifade etmediğini söyleyelim.
DT’nin Haziran 2010 sayısına yazdığım, «İzmir Yangını Siyaset Mezesi Değildir” başlıklı bir makalede, İzmir Yangını üzerine kalem oynatanları isim vermeden gruplandırmış, «İzmir’i Türkler yaktı” yargısına (!) varmış tetikçilerin, kimlere hizmet edebileceğine işaret etmiştim.
Elimdeki çalışmalar tamamlandığında, kitap boyutunda bir yayına dönüştürmeyi düşündüğüm «İzmir Yangını” konusuyla ilgili görüşlerimi, DT okurlarıyla da paylaşmak istedim. Bu görüşler, Egeli Sabah’ta 9-16 Eylül tarihleri arasında yayımlanmış bir dizi-röportajda dile getirilmiştir[2]. Umarım okuyacaklarınız, bu konuda özellikle bulandırılmış tarih suyunun durulaştırılmasına katkıda bulunur.
Soru: «İzmir Yangını” konusu, aradan 90 yıl geçmesine rağmen faili/failleri ve neden gerçekleştiği bağlamında hala tartışılıyor. Konu en son, ABD’nde gösterime giren «The Pasific” isimli TV dizisinde bir oyuncuya, İzmir’in Türklerce yakıldığının söyletilmesiyle yeniden gündeme geldi. Bu konuda, neden herkesin üzerinde buluşabileceği bir yargıya varmak mümkün olamıyor?
E. Berber: Gerçeğin peşine düşmek: Tarihçilik mesleğinin yöntemini öğrenmek; gerekli filolojik donanıma sahip olmak; bilgiye ulaşmak ve değerlendirmek için uzun zaman ve emek vermek; çoğu kez etnik, dini, mezhepsel ve sınıfsal kimliklerle önyargılardan sıyrılmak için çaba sarf etmeyi gerektirir. Tarihin konusu yaptığımız soru ve sorunlara, sadece akademisyenlerin hakkıyla yanıt verebileceğini söylemek istemiyorum. Ancak, az önce tanımladığım süreci olabildiğince tüketmek için gereğini yapmamış ve de yeterince titizlenmemiş birilerinin (akademisyenler dahil), konuyu aydınlatmış özgüveni içinde yazıp konuşması kabul edilebilir değildir. Ben herkesin olmasa bile, aklıselim sahibi olanların üzerinde buluşabileceği bir yargıya varılamayışında, «İzmir Yangını” konusunun tartışıldığı zeminin giderek siyasileşmesi/siyasileştirilmesinin önemli bir rol oynadığını düşünüyorum.
Soru: Bunu kim veya kimler, ne sebeple yapıyor?
E. Berber: İsim vermek istemiyorum ama bunu yapanların çoğu gazeteci, azı akademisyendir. Daha kolay algılansın diye, bunları üç gruba ayırıyorum: 1. Konuyla ilgili vaktiyle yayımlanmış belgeleri yeni diye yutturmaya kalkanlar ile bilinenleri cilalayarak tekrar edenler; 2. Bir-iki anı ve tanıklıktan yola çıkarak, ‘Türkler yaktı veya (Sakallı) Nurettin Paşa yaktırdı’ diyenler ki, esasen ikincisinin ‘Türkler yaktı’ demekten bir farkı yoktur; 3. Neye dayandıklarını açıklama gereği bile duymadan, ‘failin kim olduğu belli, hepimiz biliyoruz ama açıkla(ya)mıyoruz’ anlamında yazıp konuşan, aydın görünümlü tipler. Özellikle ikinci ve üçüncü gruba dahil olanlar, seçtikleri bir veya birkaç kaynaktan (diğerlerini işlerine gelmediği için ya görmezden gelirler veya kendileri sanki hiç öyle değilmiş gibi, bunların yanlı olduklarını iddia ederler) hareketle İzmir Yangını’nı Türklere fatura ederler. Bunlar, son üç-beş yıl içinde, İzmir Yangını ile kitap yazmış bazı yabancıların Türkiye sürümüdür. Keza, ‘tarihimizle yüzleşmek’ söylemini kendilerine paravan ederek, küfretmek peşinde olanlar da bunlardır.
Soru: «Tarihimizle yüzleşmek” neden sizi rahatsız ediyor?
E. Berber: Yüzleşmek, gerçeği bulmak amacıyla suçlu olduğu düşünülen kişilerin sorgulanmasında kullanılan bir yöntemdir. Tarihimizle yüzleşmek söyleminin, geçmişimizi sanık sandalyesine oturtmayı amaçlayan maksatlı bir proje olduğunu düşünüyorum. Konumuzdan sapmak kaygısıyla ayrıntıya girmiyorum ama tarih mahkeme salonu değildir. Kuşkusuz bize belletilen tarih (resmi tarih), her zaman yaşanmış gerçekle örtüşmüyor, ancak birilerinin iddia ettiği gibi büsbütün düzmece ve palavra da değildir. Ben ürettiğimiz geçmiş bilgisinin (tarih), yeni bilgi ve belgeler ışığında sürekli güncellenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda, ‘tarihimizi doğru öğrenmek’ veya ‘tarihimizi yanlışlardan arındırmak’ söylemi, bana daha isabetli gibi geliyor.
Soru: «İzmir Yangını” konusunu siyasi zemine çekmek isteyenlere biraz daha odaklanacak olursak…
E. Berber: Şöyle söyleyeyim. Birinci grup, şöhrete meraklı akademisyenlerden oluşuyor. Bunların şöhret merakı, akademik yaşamda kendilerine hiç yakıştıramadıkları konumlarını örtbas etmek istemelerinden kaynaklanıyor. İkinci grup tiraja meraklı, bunun için her şeyi mubah gören gazetecilerden oluşuyor. Bunlar köşeli haberler yapmayı, gazetelerinde kalıcı olmanın biricik yolu olarak görüyorlar. Üçüncü grup ise, bilimi bütünüyle dışlayan gazeteci ve akademisyenlerdir. Şöhrete meraklı olanların zararı sadece kendilerinedir. Ancak diğerleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil. İkinci grup, bilerek veya bilmeyerek iç kamuoyunu, İzmir Yangını’ndan Türklerin sorumlu olduğu düşüncesine alıştırırken; üçüncü grup sanki bizzat tanık olmuşçasına Türkleri ima ve işaret ediyor, tetikçilik yapıyor.
Soru: İzmir Yangını’nı Türklerin çıkardığını öne sürenler hangi belgelere dayanıyor?
E. Berber: Esasen ortada belge falan yok. Olan, Falih Rıfkı Atay’ın, Dünya Yayınları tarafından 1958 yılında basılmış: ‘Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları 1918-1938’ başlıklı kitabında (2 cilt) yazdıklarıdır (bilgi) ki, bunlar için en önemli delildir:
‘… Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte o zamanki ordu komutanı Nurettin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu. Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler… İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nurettin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nurettin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği, Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi’.
Anılar kuşkusuz, tarihçiler ve tüm sosyal bilimciler için önemli başvuru kaynaklarıdır. Ancak bu kaynakları kullanırken ihtiyatlı olmak, eldeki bilgiyi sağlamlaştıracak arayışlarda bulunarak, başkaca kanıtlara ulaşmak gerekir. Nitekim Falih Rıfkı, Çankaya’dan üç yıl önce, yani 1955 yılında Doğan Kardeş Yayınları tarafından basılmış ‘Babanız Atatürk’ başlıklı kitabında, ‘bu sırada bir mesele çıkarmak isteyen Ermeni komitecileri şehri tutuşturdular’ diye yazmıştı. Falih Rıfkı neden fikir değiştirmiştir bil(e)miyorum, kesin olarak bilmek/bilebilmek de mümkün değildir. Yeri gelmişken, Yangının başladığı 13 Eylül gününün akşamı İzmir’e gelen, Falih Rıfkı’nın, Babanız Atatürk kitabında, sanki görgü tanığıymış gibi bildirdiği görüşün doğru olması mümkün değildir. İzmir Yangını’nı Türklerin çıkardığını öne sürenler, Falih Rıfkı’nın Çankaya’sına tapınırken; ya Babanız Atatürk kitabında yazılanlardan habersiz, ya da haberdar ancak değilmiş gibi davranacak kadar zavallıdırlar. Her iki durumda da, Türkleri sorumlu bulanların, bilgiyi sağlamlaştıracak bir arayış içinde olmadıkları ortadadır. Peki, hangi Falih Rıfkı’ya inanmalı? Elbette işimize gelene değil.
Görüşleri belgeye dayandırmak çerçevesinde, önemli bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Az önce söylediğimiz gibi, bir sözde aydın İZMİR YANGINI’NIN FAİLİ HERKESİN MALUMUDUR (!) buyurmuş. Türkleri ima ve işaret eden bu ifadenin kendi, sırf hazretin ağzından döküldüğü için nasılsa çürütülemez olmakta; böylece bir belge arayıp bulma zahmetine girmek yerine, onu yaratmak gibi son derece ucuz bir yöntem benimsenmiş bulunmaktadır. Açıkça söylemeliyim ki, bu ruh hali de, kaba milliyetçiliğin tezahürü olan bir zavallılıktır.
Soru: Falih Rıfkı’nın Çankaya’sına «tapınanlar”, anladığım kadarıyla Türk vatandaşları. Peki, İzmir’i Türklerin yaktığını öne süren yabancıların dayandığı kaynaklar hangileri?
E. Berber: İzmir’e gelmiş/gönderilmiş bazı ABD’li gazetecilerin gözlem ve duyduklarından hareketle yazdıkları haberler; İzmir Körfezi’nde demirli ABD savaş gemilerinde görevli askeri personelin üslerine verdiği raporlar; ABD’nin İzmir Konsolosu George Horton’un (11 Eylül günü İzmir’den ayrıldığı için, İzmir Yangını’nın görgü tanığı değildir) 1926 yılında, The Bobbs-Merrill Company tarafından Indianapolis’te yayımlanmış ‘The Blight of Asia’ (Asya’nın Belası) başlıklı kitabı ile Ermeni asıllı Amerikalı yazar Margaret Housepian Dobkin’in, 1971 yılında yayımlanmış ‘Smyrna 1922: Destruction of a City’ başlıklı kitabı (İzmir 1922, Bir Kentin Yıkımı başlığı altında, Attila Tuygan tarafından Türçeye çevrilip, Belge Yayınları’nca Şubat 2012’de İstanbul’da basılmıştır) bu kaynakların belli başlılarıdır. İlginç olan, az önce sözünü ettiğimiz ve de etmediğimiz daha çağdaş çalışmalarda, yangından Rum ve Ermenileri sorumlu tutan ifade, belge, rapor ve kitapların (ki, bunların çoğu Türkçedir) görünmezliğidir. Örnek vereyim. Giles Milton, 2009 yılında dilimize çevrilip yayımlanmış,‘Paradise Lost: Smyrna 1922’ (Kayıp Cennet: İzmir 1922, İzmir: Şenocak Yayınları) başlıklı kitabına veri toplamak üzere geldiği İzmir’de, yaklaşık altı ay kalmıştır. Ancak bu süre içinde nedense, İzmir Milli Kütüphane’ye kadar gidip, İzmir İtfaiye Şefi olan Sırp asıllı Avusturya-Macaristan vatandaşı Paul Grescovich’in yangın raporunu görme gereği duymamıştır. Herve Georgelin tarafından kaleme alınıp, Bir Zamanlar Yayıncılık’ın ‘Smyrna’nın Sonu: (İzmir’de Kozmopolitizmden Milliyetçiliğe)’ başlıklı çalışmasını da (İstanbul: 2008), bu bağlamda değerlendirmek gerekir. İzmir Yangını’ndan Türkleri (aynı zamanda Rumlar ve Ermenileri) sorumlu tutan her tür bilgi ve belge, güvenirlik tartısına çıkarılabilir. Ancak ben, bir başka konuya dikkat çekmek istiyorum. Yangından Türkleri sorumlu tutan yabancılar, 9 Eylül 1922 sonrası İzmir’ini tanımlarken, kent için ortak ancak gerçek olmayan bir söylem oluşturuyorlar. Milton ve Georgelin’in yazdığı kitapların başlıkları çok manidar. İzmir okuyuculara cehenneme dönüşmüş, yok olmuş bir kent gibi takdim ediliyor. Oysa sayıları azalmış olsa da Yahudi ve Levanten nüfusu; gündelik yaşamda izlerine sıkça rastlanan alışkanlık ve tercihleriyle İzmir, hala kozmopolit bir kent. Üstelik 1950’lerden sonra almaya başladığı iç göç, yapı dokusundaki değişim, fuarı ve yakın çevresindeki turizm etkinliğine bağlı olarak canlı bir kent. Böyle olduğunu görmemek için, deyim yerindeyse tavukkarası olmak gerek.
[1] Yunan Ordusu’nun son birlikleri 18 Eylül’de Anadolu’dan ayrılmıştır.
[2] Yeri gelmişken, söylediklerimi bir sözcüğüne bile dokunmadan yayımlayan Egeli Sabah’ın Bölge Temsilcisi ve Yayın Yönetmeni Ünal Ersözlü ve röportajı gerçekleştiren Editör Duygu Yayman’a teşekkür etmek isterim.

Geçtiğimiz ay, Türkiye ve Türk halkının özgürleştiği (gün olarak kabul gören) 9 Eylül 1922’nin, yani Yunan Ordusu’nun İzmir’den sökülüp atıldığı günün 90. yıldönümü kutlandı[1]. Bu arada, 13 Eylül’de başlayıp, İzmir’in Türkler ve Yahudilerin oturduğu mahalleler dışında kalan kısmını yok eden büyük yangın da, 90. yaşına girdi.

Yakın gelecekte, Türkiye’nin başına ağrıtmaya aday bir konu olan İzmir Yangını’nın, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı ile İzmir Valisi ve de AKP’nin İzmir milletvekillerinden birisi arasında, 9 Eylül’de yapılan törenlerin programı ve törenler sırasında yaşananlar çerçevesinde gelişen anlamsız bir söz dalaşının gölgesinde kalması talihsizlik oldu.

Osmanlı egemenliğinde olduğu dönemde, büyük depremlerden sonra başlayan yangınların vurduğu bir kent İzmir. İzmir’i vuran bu son yangın, bir süredir hem ulusal, hem de uluslararası ölçekte konuşuluyor. Tarihsel bir olayın konuşulup yazılması son derece doğal. Doğal olmayan, bunu yapan bazılarının, akademinin gerektirdiği özenli araştırmayı yapmadan ve/veya yazın kurallarına uymadan bir yargıya (!) varması. Böyle yapılarak varılan yerin, çoğu kez bir önyargının kamuoyuna itiraf edilmesi olduğu ve bilimsel bir değer ifade etmediğini söyleyelim.

DT’nin Haziran 2010 sayısına yazdığım, «İzmir Yangını Siyaset Mezesi Değildir” başlıklı bir makalede, İzmir Yangını üzerine kalem oynatanları isim vermeden gruplandırmış, «İzmir’i Türkler yaktı” yargısına (!) varmış tetikçilerin, kimlere hizmet edebileceğine işaret etmiştim.

Elimdeki çalışmalar tamamlandığında, kitap boyutunda bir yayına dönüştürmeyi düşündüğüm «İzmir Yangını” konusuyla ilgili görüşlerimi, DT okurlarıyla da paylaşmak istedim. Bu görüşler, Egeli Sabah’ta 9-16 Eylül tarihleri arasında yayımlanmış bir dizi-röportajda dile getirilmiştir[2]. Umarım okuyacaklarınız, bu konuda özellikle bulandırılmış tarih suyunun durulaştırılmasına katkıda bulunur.

Soru: «İzmir Yangını” konusu, aradan 90 yıl geçmesine rağmen faili/failleri ve neden gerçekleştiği bağlamında hala tartışılıyor. Konu en son, ABD’nde gösterime giren «The Pasific” isimli TV dizisinde bir oyuncuya, İzmir’in Türklerce yakıldığının söyletilmesiyle yeniden gündeme geldi. Bu konuda, neden herkesin üzerinde buluşabileceği bir yargıya varmak mümkün olamıyor?

E. Berber: Gerçeğin peşine düşmek: Tarihçilik mesleğinin yöntemini öğrenmek; gerekli filolojik donanıma sahip olmak; bilgiye ulaşmak ve değerlendirmek için uzun zaman ve emek vermek; çoğu kez etnik, dini, mezhepsel ve sınıfsal kimliklerle önyargılardan sıyrılmak için çaba sarf etmeyi gerektirir. Tarihin konusu yaptığımız soru ve sorunlara, sadece akademisyenlerin hakkıyla yanıt verebileceğini söylemek istemiyorum. Ancak, az önce tanımladığım süreci olabildiğince tüketmek için gereğini yapmamış ve de yeterince titizlenmemiş birilerinin (akademisyenler dahil), konuyu aydınlatmış özgüveni içinde yazıp konuşması kabul edilebilir değildir. Ben herkesin olmasa bile, aklıselim sahibi olanların üzerinde buluşabileceği bir yargıya varılamayışında, «İzmir Yangını” konusunun tartışıldığı zeminin giderek siyasileşmesi/siyasileştirilmesinin önemli bir rol oynadığını düşünüyorum.

Soru: Bunu kim veya kimler, ne sebeple yapıyor?

E. Berber: İsim vermek istemiyorum ama bunu yapanların çoğu gazeteci, azı akademisyendir. Daha kolay algılansın diye, bunları üç gruba ayırıyorum: 1. Konuyla ilgili vaktiyle yayımlanmış belgeleri yeni diye yutturmaya kalkanlar ile bilinenleri cilalayarak tekrar edenler; 2. Bir-iki anı ve tanıklıktan yola çıkarak, ‘Türkler yaktı veya (Sakallı) Nurettin Paşa yaktırdı’ diyenler ki, esasen ikincisinin ‘Türkler yaktı’ demekten bir farkı yoktur; 3. Neye dayandıklarını açıklama gereği bile duymadan, ‘failin kim olduğu belli, hepimiz biliyoruz ama açıkla(ya)mıyoruz’ anlamında yazıp konuşan, aydın görünümlü tipler. Özellikle ikinci ve üçüncü gruba dahil olanlar, seçtikleri bir veya birkaç kaynaktan (diğerlerini işlerine gelmediği için ya görmezden gelirler veya kendileri sanki hiç öyle değilmiş gibi, bunların yanlı olduklarını iddia ederler) hareketle İzmir Yangını’nı Türklere fatura ederler. Bunlar, son üç-beş yıl içinde, İzmir Yangını ile kitap yazmış bazı yabancıların Türkiye sürümüdür. Keza, ‘tarihimizle yüzleşmek’ söylemini kendilerine paravan ederek, küfretmek peşinde olanlar da bunlardır.

Soru: «Tarihimizle yüzleşmek” neden sizi rahatsız ediyor?

E. Berber: Yüzleşmek, gerçeği bulmak amacıyla suçlu olduğu düşünülen kişilerin sorgulanmasında kullanılan bir yöntemdir. Tarihimizle yüzleşmek söyleminin, geçmişimizi sanık sandalyesine oturtmayı amaçlayan maksatlı bir proje olduğunu düşünüyorum. Konumuzdan sapmak kaygısıyla ayrıntıya girmiyorum ama tarih mahkeme salonu değildir. Kuşkusuz bize belletilen tarih (resmi tarih), her zaman yaşanmış gerçekle örtüşmüyor, ancak birilerinin iddia ettiği gibi büsbütün düzmece ve palavra da değildir. Ben ürettiğimiz geçmiş bilgisinin (tarih), yeni bilgi ve belgeler ışığında sürekli güncellenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda, ‘tarihimizi doğru öğrenmek’ veya ‘tarihimizi yanlışlardan arındırmak’ söylemi, bana daha isabetli gibi geliyor.

Soru: «İzmir Yangını” konusunu siyasi zemine çekmek isteyenlere biraz daha odaklanacak olursak…

E. Berber: Şöyle söyleyeyim. Birinci grup, şöhrete meraklı akademisyenlerden oluşuyor. Bunların şöhret merakı, akademik yaşamda kendilerine hiç yakıştıramadıkları konumlarını örtbas etmek istemelerinden kaynaklanıyor. İkinci grup tiraja meraklı, bunun için her şeyi mubah gören gazetecilerden oluşuyor. Bunlar köşeli haberler yapmayı, gazetelerinde kalıcı olmanın biricik yolu olarak görüyorlar. Üçüncü grup ise, bilimi bütünüyle dışlayan gazeteci ve akademisyenlerdir. Şöhrete meraklı olanların zararı sadece kendilerinedir. Ancak diğerleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil. İkinci grup, bilerek veya bilmeyerek iç kamuoyunu, İzmir Yangını’ndan Türklerin sorumlu olduğu düşüncesine alıştırırken; üçüncü grup sanki bizzat tanık olmuşçasına Türkleri ima ve işaret ediyor, tetikçilik yapıyor.

Soru: İzmir Yangını’nı Türklerin çıkardığını öne sürenler hangi belgelere dayanıyor?

E. Berber: Esasen ortada belge falan yok. Olan, Falih Rıfkı Atay’ın, Dünya Yayınları tarafından 1958 yılında basılmış: ‘Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları 1918-1938’ başlıklı kitabında (2 cilt) yazdıklarıdır (bilgi) ki, bunlar için en önemli delildir:

‘… Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte o zamanki ordu komutanı Nurettin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu. Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler… İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nurettin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nurettin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği, Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi’.

Anılar kuşkusuz, tarihçiler ve tüm sosyal bilimciler için önemli başvuru kaynaklarıdır. Ancak bu kaynakları kullanırken ihtiyatlı olmak, eldeki bilgiyi sağlamlaştıracak arayışlarda bulunarak, başkaca kanıtlara ulaşmak gerekir. Nitekim Falih Rıfkı, Çankaya’dan üç yıl önce, yani 1955 yılında Doğan Kardeş Yayınları tarafından basılmış ‘Babanız Atatürk’ başlıklı kitabında, ‘bu sırada bir mesele çıkarmak isteyen Ermeni komitecileri şehri tutuşturdular’ diye yazmıştı. Falih Rıfkı neden fikir değiştirmiştir bil(e)miyorum, kesin olarak bilmek/bilebilmek de mümkün değildir. Yeri gelmişken, Yangının başladığı 13 Eylül gününün akşamı İzmir’e gelen, Falih Rıfkı’nın, Babanız Atatürk kitabında, sanki görgü tanığıymış gibi bildirdiği görüşün doğru olması mümkün değildir. İzmir Yangını’nı Türklerin çıkardığını öne sürenler, Falih Rıfkı’nın Çankaya’sına tapınırken; ya Babanız Atatürk kitabında yazılanlardan habersiz, ya da haberdar ancak değilmiş gibi davranacak kadar zavallıdırlar. Her iki durumda da, Türkleri sorumlu bulanların, bilgiyi sağlamlaştıracak bir arayış içinde olmadıkları ortadadır. Peki, hangi Falih Rıfkı’ya inanmalı? Elbette işimize gelene değil.

Görüşleri belgeye dayandırmak çerçevesinde, önemli bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Az önce söylediğimiz gibi, bir sözde aydın İZMİR YANGINI’NIN FAİLİ HERKESİN MALUMUDUR (!) buyurmuş. Türkleri ima ve işaret eden bu ifadenin kendi, sırf hazretin ağzından döküldüğü için nasılsa çürütülemez olmakta; böylece bir belge arayıp bulma zahmetine girmek yerine, onu yaratmak gibi son derece ucuz bir yöntem benimsenmiş bulunmaktadır. Açıkça söylemeliyim ki, bu ruh hali de, kaba milliyetçiliğin tezahürü olan bir zavallılıktır.

Soru: Falih Rıfkı’nın Çankaya’sına «tapınanlar”, anladığım kadarıyla Türk vatandaşları. Peki, İzmir’i Türklerin yaktığını öne süren yabancıların dayandığı kaynaklar hangileri?

E. Berber: İzmir’e gelmiş/gönderilmiş bazı ABD’li gazetecilerin gözlem ve duyduklarından hareketle yazdıkları haberler; İzmir Körfezi’nde demirli ABD savaş gemilerinde görevli askeri personelin üslerine verdiği raporlar; ABD’nin İzmir Konsolosu George Horton’un (11 Eylül günü İzmir’den ayrıldığı için, İzmir Yangını’nın görgü tanığı değildir) 1926 yılında, The Bobbs-Merrill Company tarafından Indianapolis’te yayımlanmış ‘The Blight of Asia’ (Asya’nın Belası) başlıklı kitabı ile Ermeni asıllı Amerikalı yazar Margaret Housepian Dobkin’in, 1971 yılında yayımlanmış ‘Smyrna 1922: Destruction of a City’ başlıklı kitabı (İzmir 1922, Bir Kentin Yıkımı başlığı altında, Attila Tuygan tarafından Türçeye çevrilip, Belge Yayınları’nca Şubat 2012’de İstanbul’da basılmıştır) bu kaynakların belli başlılarıdır. İlginç olan, az önce sözünü ettiğimiz ve de etmediğimiz daha çağdaş çalışmalarda, yangından Rum ve Ermenileri sorumlu tutan ifade, belge, rapor ve kitapların (ki, bunların çoğu Türkçedir) görünmezliğidir. Örnek vereyim. Giles Milton, 2009 yılında dilimize çevrilip yayımlanmış,‘Paradise Lost: Smyrna 1922’ (Kayıp Cennet: İzmir 1922, İzmir: Şenocak Yayınları) başlıklı kitabına veri toplamak üzere geldiği İzmir’de, yaklaşık altı ay kalmıştır. Ancak bu süre içinde nedense, İzmir Milli Kütüphane’ye kadar gidip, İzmir İtfaiye Şefi olan Sırp asıllı Avusturya-Macaristan vatandaşı Paul Grescovich’in yangın raporunu görme gereği duymamıştır. Herve Georgelin tarafından kaleme alınıp, Bir Zamanlar Yayıncılık’ın ‘Smyrna’nın Sonu: (İzmir’de Kozmopolitizmden Milliyetçiliğe)’ başlıklı çalışmasını da (İstanbul: 2008), bu bağlamda değerlendirmek gerekir. İzmir Yangını’ndan Türkleri (aynı zamanda Rumlar ve Ermenileri) sorumlu tutan her tür bilgi ve belge, güvenirlik tartısına çıkarılabilir. Ancak ben, bir başka konuya dikkat çekmek istiyorum. Yangından Türkleri sorumlu tutan yabancılar, 9 Eylül 1922 sonrası İzmir’ini tanımlarken, kent için ortak ancak gerçek olmayan bir söylem oluşturuyorlar. Milton ve Georgelin’in yazdığı kitapların başlıkları çok manidar. İzmir okuyuculara cehenneme dönüşmüş, yok olmuş bir kent gibi takdim ediliyor. Oysa sayıları azalmış olsa da Yahudi ve Levanten nüfusu; gündelik yaşamda izlerine sıkça rastlanan alışkanlık ve tercihleriyle İzmir, hala kozmopolit bir kent. Üstelik 1950’lerden sonra almaya başladığı iç göç, yapı dokusundaki değişim, fuarı ve yakın çevresindeki turizm etkinliğine bağlı olarak canlı bir kent. Böyle olduğunu görmemek için, deyim yerindeyse tavukkarası olmak gerek.


[1] Yunan Ordusu’nun son birlikleri 18 Eylül’de Anadolu’dan ayrılmıştır.

[2] Yeri gelmişken, söylediklerimi bir sözcüğüne bile dokunmadan yayımlayan Egeli Sabah’ın Bölge Temsilcisi ve Yayın Yönetmeni Ünal Ersözlü ve röportajı gerçekleştiren Editör Duygu Yayman’a teşekkür etmek isterim.

Bunları da sevebilirsiniz