21. Yüzyıl’da Türk Kültür ve Dil Devrimi Mümkün mü?

Kaybolan dillerin yaşatılmaya çalışılması güncel politik değerlerden. Çok kültürlülüğün, çok dilliliğin yaşatılması savunuluyor. Dil elbette kültür ve edebiyatla yaşar, bu da o dilin, kültürün hedef kitlesinin genişliğiyle eşdeğerdir.

Bugün Türkiye’de Kürtçe, Lazca, Çerkezce gibi dillerin yaşatılması ve genişletilmesi çalışmaları yapılıyor. Okullarda Arapça’nın seçmeli ders yapılacağı kesinleşiyor. Dış işlerinin önümüzdeki dönemde Arapça bilen personele rağbet edeceği açık. Keza artan ticari ilişkilerle toplumsal hayatta İngilizcenin Türkçe’ye etkileri daha rahat biçimde Arapça üzerinden gelmesi olası.

Türkiye Batının merkezi olduğu değişen Dünya’ya hep ona benzeyerek adapte olmaya çalıştı. Yakınlaşmak istediği diğer coğrafyalar üzerinde de benzer bir politika izliyor.

Oysa ki Türkiye’nin bulunduğu coğrafya ve politik konum Türk ekseni ortaya çıkarmak için çok uygun bir ortamdır. Üstelik hem Türkiye’nin hem de bölgenin böyle bir eksene ihtiyacı vardır.

Türk dilinin Arap coğrafyası, Balkanlar, Kafkasya ve Asya bölgesinde bir eksen oluşturması ihtimalinden önce Türkiye’de Türk dilinin konumunu inceleyelim.

Dilin her şeyden önce sanatla yaşadığı unutulmamalı. Bir dile özgün ifadeler sanatçılar aracılığıyla topluma kazandırılır. Kendi iç dünyasında yaşayan bir sanatçı yazdığı bir kitap veya senaryo ile kendi kurduğu dili topluma aktarır. Sokakta gençlerin kendi aralarında kullandığı dil, jargon, müzik ve tribün kültürüyle daha genele yayılır. Burada pek çok çevrenin hoşuna gitmeyecek, argo olarak nitelendirilecek şeyler kültürün, dilin yaratıcılığıdır. Kaldı ki argo da bir eserin gerçekçiliği için, anlatmak istediğini daha keskin söylemesi için eşsiz bir malzemedir. Burada aklıma gelen ilk örnek Serdar Akar’ın Gemide filmi. Behzat Ç. yine argonun yerli yerinde kullanıldığı, anlatının keskinlik kazandığı bir örnek.

Türkiye’de Türk dilinin gelişmesi için olanak sağlayan mecralar sürekli olarak politik sebeplerle hükümetlerin baskısı altında olmuştur. Edebiyat ve müzik yayınevleri ve sanatçıların ortak çalışmasıyla bitirilmiştir. Bugün ortalama bir kitap 20 TL’ye satılmakta. Bu kimileri için çok yüksek bir fiyat olmayabilir ama asgari ücretin 700 TL olduğunu ve bu ücretin ortalama en az 10 saat çalışarak kazanıldığını düşünürsek edebiyatın kitlelere ulaşmasının pek mümkün olmadığını görürüz. Müzik yine öyle. Özellikle son dönemlerde son derece kalitesiz müziklerin ön planda olduğunu varsayarsak Türk kültürü ve dili için kanser etkisi var. Popüler olmayan, altkültüre hitap eden müzikler için yine yayılma alanı çok zayıf. Özel sanat merkezlerinin ve barların işletme ücretleri çok yüksek. Dolayısıyla bu tip piyasalar popüler olana yönelmek zorunda. Dolayısıyla yeni grupların ve şarkıcıların çıkması kolay değil. İnternet ise hem son kullanıcıya maliyeti çok yüksek hem de sanatçılar için paylaşımı hem kazanç getirmeyen hem de paylaşması maliyetli bir alan.

Tüm bunlara bağımlı olarak ama hepsinin toplamından etkisi yüksek olan diğer dallar olarak karşımıza Sinema ve Tiyatro çıkıyor. Güncel olarak devlet tiyatrolarının kapatılmasına değinecek olursak tam bir kültür ve dil intiharıdır. Tayyip Erdoğan tiyatroların devlete olan zararından bahsediyor. Oysa devlet destekli tiyatro hem halkın sanat zevkini hem de tiyatrocuların gelişmesine olanak sağlayan mecralardır. Yani bugün bir lisenin, üniversitenin, hatta caminin karı ne kadardır diye tartışmak yersiz bir eylem ise, tiyatronun karını sorgulamak da o kadar yersizdir.

Sinema karşımıza en özgür ancak kitleye ulaşması zor bir sanat olarak karşımıza çıkıyor. Bugün gişede maliyetini kurtaracak bir film çekmek neredeyse imkansıza yakın. Burada devletin bakanlık eliyle sadece bazı filmleri desteklemesi bir yana sinema salonlarında biletlerin pahalılığı ve bunun yanında parasını verdiğiniz filmde en az yarım saat reklam gösterilmesi başıboşluğun göstergesi.

Sinemanın bir diğer versiyonu olarak da televizyon dizilerini söyleyebiliriz. Kitleye en çok ulaşan hatta Türkiye sınırlarını dahi aşan bir sektör. Türkiye’de her evin kapısından içeri giren, hatta hiç çıkmayan bir alan. Kültür için hem yaşatıcı hem de öldürücü. Türk insanın günlük konuşması üzerinde en çok etkiye sahip olan bir alan. Konuşmanın ötesinde giyiminde, kuşamında, damak zevkinde ve tüketim alışkanlıklarında da en çok etkiye sahip.

Burada da Rtük denen bir denetim mekanizması var. Ama öyle bir denetim mekanizması ki muhafazakar bir dayatma söz konusu. Kitlelerin hayat şartlarını, çalışma şartlarını ilerletemeyen, sanatla olan tüm bağlarını koparmış bir devletin, televizyon denen şeytan icadı karşısında bağımlı olmuş kitlenin beyni iyice sulanmasın diye kurduğu bir denetim mekanizması. Öte yandan gece saatinde yayınlanan hatta paralı hizmetlere dahi görevi dışında bir dayatma yapan bir kurum. Yine televizyonda güncel olarak türünün tek örneği, gece 10’dan sonra yayınlanan Behzat Ç. dizisinin maruz kaldığı baskılar, radyo yayınlarının özgürce program yapamaması hep birer örnek.

Akşamları sokaklar kadın erkek tüm insanlar için güvenli olsa, insanların cebinde sokağa çıkabilmek için para olsa, sokağa çıkabilmek için insancıl iş saatlerine sahip olsalar, tiyatroya, sinemaya gidebilseler, yani insanlar bir araya gelebilseler işte o zaman kültür ve dil bir canlılığa kavuşur ve emeklemekten kurtulup yürümeye koşmaya başlar. Televizyonun denetime tabii etkisinden kurtulur, gerçek sanata dokunabilir.

Yazının başında sorduğumuz soru ise Türkiye topraklarında Türk dili ve kültürü etkin olduğu zaman Türk kültürü bir eksen oluşturabilir ve bölgesinde Türkçe ve Türkçe kökenli dil konuşan toplulukların bir araya gelip ortaklık kurması mümkün olabilir. Bu sadece milliyetçi bir söylem değil elbette. Türkiye’nin Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerinin insanlarını yakınlaştıracak bir eksen olur bu. Ayrıca bu ülkelerin insanlarının daha demokratik ve seküler bir dönüşümüne öncülük eder. Eğer Türkiye böyle bir ekseni kurabilirse bölgesinde bir cazibe merkezi oluşturabilir.

Türkiye yıllardır kendi önünü görememesinden, üretememesinden, çalışmasına ilerlemesine gerek kendi hükümetleri, gerek dış dinamikler müsaade etmediğinden, gerekse de iktidarda olan kitleler üzerinde etkiye sahip gerici sınıf yüzünden başaramıyor.

Türkiye’nin bölgesinde etkin olmak için bilerek veya bilmeyerek yaptığı bir etkinlik 23 Nisan’dır. Ancak bu bir dönüşüm programı haline getirilmemesi bir eksikliktir. Türkiye yurtdışından gelen çocukları 1 haftalığına değil, burs programları vererek veya kendi imkanlarıyla başarılı çocukları Erasmus programı gibi 1 veya 2 dönemlik ağırlamak etkin bir proje olabilirdi. Hem Avrupa ülkelerinde Türkiye’nin özgün kimliğine ilişkin etki bırakmak hem Ortadoğu’da laik düşüncedeki kitlenin Türkiye’yi rol-model alması, hem Kafkasya ve Orta Asya’daki insanların Türkiye ile yakınlık kurması mümkün olabilirdi. Ancak böyle bir şey Türkiye’nin üretmesiyle, hem kendi nüfüsuna hem de bölgesine işgücü sağlaması ile olabilirdi.

19 Mayıs yine böyle bir projeye dönüştürülebilirdi. Hem 19 Mayıs’ın direniş ruhu bölgedeki Okyanusötesi güçlere karşı bir tepki yaratabilir hem de bahane edilen bölgedeki gerici-anti demokratik düşüncelerin panzehiri olabilirdi. Bu konuda viva 19 May gibi bir sivil girişim tek başına öncülük etmiştir. Tek başına ne kadar başarıya ulaşır bilinmez ama fikir olarak ileride sürdürülmesi gereken bir fikir. Hatta aynı zamanda Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanan bu bayramda Türkiye Futbol Liginin finalinin oynanması büyük etkiye sahip olabilir hem de 19 Mayıs’ın mesajının daha etkin iletilmesi sağlanabilirdi. Hatta Türkiye’nin girişimciliğinde kendi bölgesindeki ülkelerin çeşitli spor dallarında karşılaşma yapmasını sağlayabilirdi.

Tüm bunların olabilmesi için, güçlü ve üreten Türkiye gerekmektedir. Güçlü ve üreten Türkiye için de böyle bir eksen devrimini gerçekleştirmeye ihtiyacı vardır.

Bunları da sevebilirsiniz