Nükleer yayılmacılık, nükleer tekonojinin silah endüstrisinde kullanılmasından ve nükleer silahların yıkıcı etkilerinin tecrübe edilmesinden sonra Soğuk Savaş döneminden itibaren ve de günümüzde, hala uluslararası politikanın en karmaşık sorunların birisidir. Kuşkusuz, bu durum nükleer silahların kitleler, kaynaklar üzerinde, devletlerin bekaları açısından verebileceği potansiyel zararlar kadar bu silahların meşruluğunun sorgulanmasından da kaynaklanmaktadır. Esasen nükleer silahlar, üretilmelerinden itibaren uluslararası siyasetin en fazla tartışılan konularının başında gelmiştir ki, 45 yıllık Soğuk Savaş Dönemi, nükleer caydırıcılık, nükleer silahlanma ve nükleer silahlanmanın sınırlandırılması çalışmalarının gölgesinde geçmiştir.
Soğuk Savaş sonrasında ise, nükleer caydırıcılık eksenli güvenlik anlayışı erozyona uğramış olsa da, nükleer silahların yayılması ile ilgili daha farklı riskler ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, nükleer enerji üretiminde kullanılan teknoloji ile nükleer silah üretiminde kullanılan teknolojinin benzerlikler göstermesi, nükleer yayılmacılık konusunun daha da karmaşık haline gelmesine neden olmuştur. Öte yandan, nükleer yayılmacılığın önlenmesi konusunda özellikle sistem hiyerarşisinde merkezde konumlanan devletlerin tutarsız tutumları, nükleer silahların Soğuk Savaş sonrasında, günümüzde hala ve belki eskisinden daha fazla caydırıcı amaçla kullanma tekelinin yalnızca kendilerine ait olmasını istedikleri şeklinde değerlendirilebileceği için bu konuda yapılan çifte standartların göstergesidir. Bu bağlamda, nükleer yayılma tekelinin korunmasının ya da «nükleer yayılmanın engellenmesi çalışmalarının” nasıl sistemik eşitsizliklerin yeniden yaratılmasını desteklediğinin ve bu durumun «Yeni Dünya Düzeni”nde nasıl algılanması gerektiğinin irdelenmesi yerinde olacaktır.
Bahşedilmiş Nükleer Ayrıcalık
Nükleer silahlar hakkında, mevcut hukuksal düzenlemeler konusunda temel bir çerçeve çizerek konumuza giriş yapmak, politikaların sürekliliğinin gözlenebilmesi açısından gereklidir.
Nükleer caydırıcılığa dayalı Soğuk Savaş Dönemi’nde dahi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesine yönelik çalışmalar yapılmıştı. Ancak elbette bu çalışmaların «sözde” ve «bütün devletleri” kapsamayan çalışmalar olduğu aşikardı. Bu çalışmaların en önemlilerinin, «nükleer yayılmacılığın önlenmesinin” kurumsallaştırılmasını sağlayan ve bu bağlamda günümüzdeki varlığının da sebebi olan Uluslararası Atom Enerji Kurumu (UAEK) ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NPT) olduğu belirtilmelidir. UAEK ABD Başkanı Eisenhower önderliğinde «barışçıl amaçlarla” nükleer enerji kullanımının sağlanması ve denetlenmesi için Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında oluşturulmuştur. NPT ise, 1968 yılında imzaya açılmış ve anlaşma 1970 yılında yürürlüğe girmiştir.
Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nın 9. maddesine gore, «…Nükleer silah sahibi devlet, 1 Ocak 1967 tarihinden önce nükleer bir silah ya da diğer patlayıcı araç yapıp patlatmış olan devlettir”. Anlaşmanın 2. maddesine göre nükleer silah sahibi olmayan devlet «… nükleer silahları veya diğer patlayıcı nükleer araçları yapmamayı veya başka şekilde elde etmemeyi ve bu silahların veya patlayıcı araçların yapımı için herhangi bir yardım aramamayı veya almamayı üstlenir”. Ayrıca, anlaşmanın 10. maddesi, «Taraflardan her biri, ulusal egemenliğini uygulayarak, Antlaşmanın konusuna giren olağan üstü olayların ülkesinin yüksek çıkarlarını tehlikeye düşürdüğüne karar verirse, Antlaşmadan çekilme hakkını…” saklı tutmaktadır.
Görüldüğü gibi Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması, uluslararası sisteme iki ayrı statü getirmiştir: nükleer silaha sahip olan devletler ve nükleer silaha sahip olmayan devletler. Nükleer silahlara sahip olan devletler 1 Ocak 1967’den önce nükleer silaha sahip olmuş olan ABD, SSCB, İngiltere, Fransa, Çin’dir. Anlaşma, taraf olan ve nükleer silaha sahip olmayan devletlerin nükleer silah elde etmelerini ya da bu yönde çalışmalarını engellemektedir. Ancak, nükleer devletlerin yeni nükleer silah elde etmelerini yasaklayan bir hüküm anlaşmada yer almamaktadır. Böylelikle, anlaşmanın nükleer silahların diğer devletlerin eline geçmesini engellemekle beraber mevcut nükleer güçlerin nükleer çalışmalarını durdurmalarını sağlamadığından aslında nükleer silahların yayılmasını engellemekten uzaktır. Bu halde, mevcut nükleer devletlerin, nükleer silaha sahip olma durumları meşrulaştırılmış ve anlaşma ile bu durum sabitlenmiştir.
Bu «nükleer devletlerin”, dünya barışını korumaktan sorumlu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi olması da ayrıca dikkat çekicidir ve Soğuk Savaş döneminin «nükleer silahların güvenlik sağladığı tezi” bir yana bırakılırsa ironi oluşturmaktadır. Ayrıca anlaşma, ulusal çıkarların tehdit edildiği durumlarda taraflara anlaşmadan çekilme hakkı tanıdığından «gerekli durumlarda” devletlerin nükleer silahlanmaya gidebilmelerinin de kapısını açık tutmaktadır. Öte yandan, bu «gerekli durumlar” belirlenmediği için oldukça spekülatiftir. Tüm bu özellikleriyle bu anlaşma değerlendirildiğinde anlaşmanın nükleer silahların, anlaşma imzalandığı dönemde nükleer silahları olan devletler açısından meşrulaştırıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. O halde, bu anlaşma nükleer güç olma tekelini elinde tutmuş olan ABD’nin, hiç değilse nükleer güce sahip olma ayrıcalığını elinde tutma aracı olarak değerlendirilebilir. (ABD’nin ardından İngiltere 1952’de, Fransa 1960’da, Çin ise 1964’te nükleer silah elde etmiştir.)