Dibe Vuran Bir Değer: Türk Tarih Kurumu

1920’li yılların sonu. Cumhuriyet idaresi, Türk insanı ve yurdunu, çağdaş dünya ile uyumlu kılan bir dizi köklü yenilik gerçekleştirmiş. Türkler o yıllarda, insanlığın gelişim çizgisi (evrim) üzerinde olağan hızla değil, adeta koşarak ilerliyorlar (devrim).

Asya ve Afrika’nın mazlum halklarıyla Avrupalı doğu bilimciler, büyük bir hayranlık ve ilgiyle izliyorlar Türkiye’de olup biteni. Ancak, Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde iktidar olan egemen sınıflar, Kurtuluş Savaşı’nda yedikleri tokatın acısını hala duyumsadıklarından, Türk insanı ve yurdundaki değişimi görmek istemiyorlar.

Bu ülkelerde okutulan ders kitaplarında, Türklerin ikinci sınıf bir halk ve barbar oldukları öğretiliyor körpecik beyinlere. Benim «Türk Devrimi” diye tanımlamayı tercih ettiğim bu değişimin mimarı olan Atatürk, insanımızın Dünya tarihi içindeki yeri ve uygarlığa katkısının tespit edilmesini istiyor.

Türk Tarih Kurumu, 1930 yılında bu sebeple kurulmuş, düzenlediği toplantılar, yaptığı yayınlar ve yürüttüğü çalışmalar ile bir döneme damgasını vurmuştur.

Geçtiğimiz günlerde görevinden alınan, Türk Tarih Kurumu’nun 12. başkanı Prof. Dr. Ali Birinci, ulusal bir gazetemizin Pazar ekine röportaj vermiş. Hükümetin «hizmetinizi bekliyoruz” diyerek göreve çağırdığı Birinci, anlaşılan o ki, üç yıl, dört ay, sekiz gün görev yaptıktan sonra, iki satırlık bir yazıyla görevinden alınmayı içine sindirememiş. «Ben de yeseydim ve yedirseydim, çalsaydım ve çaldırsaydım böyle olmazdı” diyor. Başkanlık döneminde gözlediği ve bazı Kurum çalışanlarının içinde olduğu usulsüzlüklere değinmekle kalmıyor, eski başkanların kendi ifadesiyle «kirli çamaşırlarını” da ortaya çıkarıyor. 20 sene başkanlık yapmış olan Şemsettin Günaltay’ın, İstanbul’dan mektup göndermek suretiyle Kurumu idare ettiğini söylüyor. «Kurumun arabasıyla Bolu Dağı’na sütlaç yemeğe giden, Hindistan’a seyahat kararı çıkartıp, yolluk alıp Kızılay’da gezen başkanlar var” diyor (Hürriyet Pazar, 18 Eylül 2011).

Öncelikle insanların emek verdiği kurumların başından, hiçbir veya anlamlı bir gerekçe gösterilmeden alınmasını doğru bulmuyorum. Ne yazık ki, bizde yaygın bir uygulamadır, terk edilmesi gereklidir.

Sayın Birinci, görevi başındayken, bazı Kurum çalışanlarının bulaştığı usulsüzlüklerin üstüne giderek, kuşkusuz doğru yapmıştır. Keşke bir başka doğru daha yapabilse ve 12 Eylül yönetiminin Türk Tarih Kurumu’nu, kamu yararına çalışan derneklerden biri olmaktan çıkarıp, Başbakanlığın Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na bağlayan, yani hükümetin güdümüne sokan anayasal düzenlemenin yanlışlığını dile getirse/getirebilseydi. Atatürk’ün vasiyetinin nasıl çiğnendiği, kurumun yönetsel ve akademik özerkliğini nasıl yitirdiği ve kendisini atayan hükümetin bu yanlışı değiştirmek için yıllardır hiçbir şey yapmadığını söyleyebilseydi.

Bunları daha önce kamuoyu ile paylaştı mı, bilemiyorum. Paylaşmış olsa idi, hükümet kendisinden hizmet beklemezdi diye düşünüyorum.

Prof. Birinci röportajında ayrıca, selefinin anti-Ermeni propaganda merkezi haline getirdiği Kurumun, kaybettiği itibardan bahsediyor. Merak ediyorum, Sayın Birinci acaba, özerk olsaydı Kurumun, bu durumda kalmayacağını hiç düşündü mü?

Görüldüğü üzere, Atatürk’ün yadigârı olan Türk Tarih Kurumu’nun hali içler acısıdır. Üzülerek söylemeliyim ki, 21 Ağustos 2011 tarihli bir kanun hükmünde kararname ile hükümetin özerkliğini elinden aldığı Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), yakın bir gelecekte Türk Tarih Kurumu’ndan farklı olmayacaktır.

Anahtar Sözcükler: Türk Tarih Kurumu, Ali Birinci, Türkiye Bilimler Akademisi

Bunları da sevebilirsiniz