Gelişen teknoloji rüzgârına kapılmış, bilgi çağının modern insanları bizler, hayatı o kadar hızlı yaşıyoruz ki her şeyi farkında olmadan çok hızlı tüketiyoruz. Bir iki sene önce oynadığımız oyuncakları bile hatırladığımızda, sanki yıllar öncesinin teknolojisinden bahsediyormuşçasına eğleniyoruz. Tarihin sayfalarına başlangıçlar ve bitişler dönemi olarak kazınacak olabiliriz.
İstanbul, üretilen son Kodachrome filminin hikâyesine ev sahipliği yapıyor, üstelik tüm dünyanın merakla beklediği fotoğraflar dünyada ilk defa Türkiye’de sergilenecek. Serginin küratörlüğünü ise Engin Özendes üstleniyor.
Fotoğraf tarihinin bir dönüm noktası, bir devrin kapanışı ve fotoğraf çekenlerin dijital dünyaya uğurlanışı… Fotoğraf çekenler artık sadece gazeteciler, fotoğraf meraklıları, amatörler, profesyonel fotoğrafçılar, fotoğraf sanatçıları değil. Bilgi çağı cebimizde bir akıllı telefon ile birlikte hepimizi dijital dünyaya uğurladı.
Analog fotoğraf makinelerinin, fotoğraf filmlerinin, bu filmlerin üretiminin, banyolarının yavaş yavaş yerini alan dijital makineler, hafıza kartları ve flash bellekler hayatımıza çok hızlı yerleşip asla vazgeçemeyeceğimiz parçalarımız haline geldi. Her ne kadar bu teknolojiye çok çabuk alışacağımızı ve eskinin daha fazla yaşamayacağını biliyor olsak da, neredeyse bir asırlık bir döneme tanıklık eden ve bu dönemi belgeleyen eski fotoğrafçılar için bu serüvenin bitişi oldukça dokunaklıydı.
Magnum fotoğraf ajansı ve National Geographic dergisinin dünyaca ünlü fotoğraf sanatçısı Steve McCurry’nin “Son Kodachrome Filmi” başlıklı fotoğraf sergisi İstanbul Modern’de 4 Eylül 2011 tarihine kadar gezilebilecek. Steve McCurry ismi hafızalara 1985 yılı Haziran ayında National Geographic kapağında yayımlanan, Afganistan-Pakistan sınırında bir mülteci kampında çalışırken çektiği 12 yaşındaki Afgan kızı Şerbet Gula’nın fotoğrafıyla kazındı. 20. yüzyıl sembollerinden biri haline gelen, sanatçının Kodachrome film ile çektiği bu fotoğraf National Geographic’in en iyi 100 fotoğrafından biri olmuştur. Steve McCurry bu kez gelişen teknoloji ve dijital fotoğraf makinelerinin yaygınlaşmasıyla birlikte özellikle basın fotoğrafçılarının gözdesi Kodachrome 64’ün son yolculuğunu yazdı kamerasıyla.
Kodachrome, fotoğrafçıların hayatına 1935 yılında girmiştir. Bu film hepimizin bir dönem kullanmış olduğu negatif filmin aksine pozitif görüntüler üreten bir film. Çoğumuz dia-slayt film olarak da biliriz. Renk yoğunluğu ve yıllar boyu saklanabilirliğiyle fotoğraf tutkunlarının gözbebeği olmuş, ancak teknolojinin hızından nasibini almış Kodachrome. Kodak, görüntü teknolojisinde bir ikon olan bu filmin üretimini 2009 yılında durdurmaya karar verdiğinde, bunu duyan Steve McCurry, fotoğraf kariyerinin başından beri kullandığı ve 800.000 civarında fotoğraftan oluşan arşivinin büyük çoğunluğunu ürettiği Kodachrome’un, üretim bandından çıkan son filmini kullanmak için firma ile görüşmüştür. Şirketle anlaştıktan sonra bu filmin son 36 karesini çekmek için 6 haftada 30.000 km yol katetmiştir. Ne çekeceğinin planını yapmadığını söylüyor ama filmi makineye takarken bu defa son kez yaptığını biliyor olmaktan kaynaklanan hislerle çok özel ve dikkat çekici kareler olması gerektiğine karar vermiş. Fotoğraf tarihinin bu kadar önemli bir dönemine, bu kadar büyük bir iz bırakmak için bu sorumluluk ve baskıyla çalışmak eminim ki çok zordur.
Steve McCurry 1950 yılında Philedelphia’da dünyaya gelmiş, 1974 yılında Pennsylvania Eyalet Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Mimarlık Bölümü’nden üstün başarıyla mezun olmuştur. Mezun olduktan sonra iki yıl boyunca çalıştığı gazeteden Hindistan’da serbest çalışabilmek için ayrılmıştır. Hindistan’da, hayatta beklemeyi, izlemeyi, sabretmeyi öğrendiğini söyleyen sanatçı «beklerseniz insanlar kameranızı unutur ve gerçek benlikleri ortaya çıkar” diyor, adeta kendi tarzını özetlercesine.
Kariyerindeki hızlı yükseliş Rusya istilasından hemen önce, isyancıların kontrolündeki Afganistan’a yerli kılığında geçtikten sonra başlamıştır. Kendi kıyafetinin içine dikerek gizlediği film makaraları basılıp yayımlandığında, dünya, ilk defa oradaki mücadele ve savaşı bu fotoğraflarla görmüştür. Bu çalışmasıyla «en iyi yurt dışı haber fotoğrafçılığı” dalında Robert Capa Altın Madalyası’na layık görülen McCurry’nin aldığı ödüllerin ardı arkası da kesilmemiştir.
McCurry, Burma, Sri Lanka, Kamboçya, Filipinler, Körfez Savaşı ve eski Yugoslavya gibi uluslararası çatışmaların ve iç savaşların olduğu birçok bölgede çalışmış, halen de Afganistan’da çalışmalarını sürdürmektedir.
Steve McCurry’nin fotoğraf serilerine bakıldığında öyle hayatlar görülür ki, birden enerjiniz o fotoğrafın içine girer. Fotoğrafları izlerken insan kendisiyle ve hayatla hesaplaşmaktadır bir nevi. O kendisini savaş fotoğrafçısı olarak tanımlıyor, ancak kendi tarzını hayat, tutku ve insan üzerine kurmuştur ve savaşın izlerini birebir insanın kendisinde, bakışlarında yakaladığını her defasında vurgulamaktadır. Birilerini anlamaya çalışmak için dahi vaktimizin olmadığı bu dönemde, McCurry’nin fotoğraflarına sadece göz gezdirirken bile, farkında olmadan birçok hikâyenin içine dalabilirsiniz. Bir söz söyleyebilmek için çok fazla kelime kullanmaya gerek yok aslında. Steve McCurry’nin fotoğraflarında savaşın ne demek olduğunu, savaşın tüm bedelini ödeyen ve o ağır yükü omuzlarında taşımaya çalışan insana baktığınızda anlıyorsunuz. İnsanın hikâyesini yakalamak için, o insan olmanın ne demek olduğunu anlatmaya çalışmış ve bence hep birilerine dokunmak için çekmiş fotoğraflarını.
Fotoğraf çekerken bir dram oluşturmaya çalışmadan sadece kalıcılığı yakalayabilmek için uğraştığını söylüyor. İşte bu ifadesi onun gazeteci yönünü ortaya çıkarmaktadır. Dünyanın diğer ucunda hayatı hızla yaşayıp giden insanlara, diğer hayatları anlatmak, haber vermek, hatırlatmak, unutturmamak, belgelemek için çekiyor fotoğraflarını. Bu nedenle olsa gerek bir röportajında Kodachrome döneminin kapanışıyla ilgili olarak «Neredeyse her şeyin kalıcı olmamak gibi bir vasfı var. Film harikaydı, ancak ben dijital fotoğrafçılığın tüm avantajlarından da zevk alırım” diyor.
Steve McCurry bu sergi için çalışmaya başladığında, kendi tabiriyle ‘hiçbir zaman insani hikâyesi olmayan kartpostallar çekmek istemediği’ için, kendinden bir şeyler taşıyan, onu hatırlatan kareler olması için de bir dizi portre çekmeye karar veriyor.
Özellikle bu filmle, kendi alanında ikonlaşmış kişileri ve bir dönemin kapanışıyla ölümsüzleştirmek istediklerini çekmek üzere yola koyuluyor. Çekimlere New York’ta başlayıp, kariyerinde önemli bir yeri olan Hindistan’la devam ediyor ve İstanbul’un gözü olarak tanınan Ara Güler’i fotoğrafladıktan sonra, son üç kareyi de filmi yıkayacak tek laboratuvarın bulunduğu Kansas eyaletinde çekiyor. Ve makaradaki filmin son karesini Kansas eyaleti, Parsons kent mezarlığının heykellerini çekerek tamamlıyor. Bu kare sarı kırmızı çiçekleriyle adeta Kodachrome’un renklerini içinde barındırıyor.
Bir devrin kapanışı…
36 pozluk film 5 adet kayıpla tamamlamış ve sergi 31 kare ile açılmıştır. Steve McCurry ‘Son Kodachrome Filmi’ sergisiyle uzun yıllar hatırlanacak bir projeye imzasını atmıştır. İstanbul Modern Sanatlar Müzesi’nde 4 Eylül’e kadar devam edecek olan sergiyi izleyebilenler, bir devrin kapanışından izleri anılarında taşıyacaklardır.
Teknoloji gelişmeye devam ettikçe biz farkında olmadan her geçen gün bir şeyler hızla dönüşmeye devam edecek. Aslında yaptığımız şeyler hep aynı, dijital hayata geçmek, bilginin depolanmasının kolaylığı, bizleri gün geçtikçe sadece daha tembel yapıyor. Günümüzde artık bilgiye ulaşmak çok kolaylaşmıştır. Fakat sayısal dünyanın bilgi kirliliği yaratması sebebiyle, belki de gerçek bilgiyi elde etmek artık daha zor. Dijital makinelerimizle düşünmeden, beklemeden, sabırsızca deklanşöre basıyor ve binlerce fotoğraf çekip sanal ortamda saklayabiliyoruz. Fakat bilgisayarımızı açıp dosyalara bakmadığımız sürece kaç fotoğraf hafızalarımızda kalıyor? Her gün yeni bir teknolojik ürüne bir şeyler kurban ediliyor, hayatımız gitgide kalabalıklaşıyor ama biz yalnızlaşıyoruz.
Kimbilir biz dijital dünyayı hayatımızdan ne zaman, nasıl ve neleri feda ederek uğurlayacağız ve ne hikâyeler anlatacağız arkasından…