Amerika notları 2: Yiyenler ve yemeyi reddedenler

Ülke gündemimiz meşgul eden konulardan biri açlık ve özellikle de Somali’deki açlık iken ben size bu ay tam tersi bir meseleden söz etmek istiyorum: «yemek ve aşırı tokluk” Amerika’daki gezi notlarıma almak isteyeceğim kadar çok yoğunlukta dikkatimi çekti bu mevzu. Tüm Amerikalılar sanki kendilerini yemeğe vermişlerdi…bir grup insan hariç, onlardan da söz edeceğim.

Öncelikle belirtmeliyim ki Amerika’da yemek yemek istediğinizde seçemeyeceğiniz kadar çok sayıda seçenek var, elbette dünya mutfaklarından: Meksika, Arjantin, Brezilya, Japon, Hint, Çin, Yunan, İtalyan, Etiyopya, Fransız, Alman, İran, Pakistan, Tayland, Vietnam, Polonya gibi uzayıp giden alternatifler listesi. Diyelim ki hangi dünya mutfağından yemek yiyeceğinizi seçebildiniz, gittiniz mekâna ve girişteki görevli size yerinizi gösterdi (öyle kafanıza göre bir yere oturmanız söz konusu değil) ve garsonunuz gelip size kendisini tanıttı (ismiyle). Şimdi sırada orada ne yiyeceğinize karar vermek var, çünkü uzun bir menüyü okumak ve envai çeşit yemeklerden birini seçmek durumundasınız. Ama asıl dert bundan sonra başlıyor, çünkü garsona ne istediğinizi bildirdikten sonra arkasından size sorduğu ahret sorularına hazır yanıtlarınız olması gerekiyor: «Tortilla ekmeğiniz mısır unu mu olsun buğday mı?” «Salsa sosu üzerinde mi olsun yanında mı?” «Salata sosunuz, kremalı Meksika biberli mi (jalapeno), ballı hardal soslu mu, yoksa kişniş yapraklı sirkeli sos ve ranch mi olsun?” Ayrıca, «Hangi acılık derecesini istersiniz?” Cevap, az ya da çok değil, 1’den 5’e kadar derecelendirilmiş olduğundan, orta acılı istiyorsanız 3 demelisiniz. Sonra etinizi az, orta-az, orta-çok ve iyi pişmiş olarak seçmek durumundasınız. Yanında salata mı pilav mı patates mi diye soruldu ve diyelim ki patates dediniz, bunun üzerine kızarmış patates mi, elma dilimli mi, rendelenmiş mi, küp şeklinde mi olsun? Bunun gibi birkaç detaya daha cevap verdikten sonra yemeğinizi iştahla bekleyebilirsiniz. Porsiyonların ne kadar büyük olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Yapılan bir araştırmaya göre bundan 25 sene evvel normal bir porsiyon bugünün ancak çocuk porsiyonu boyutundaymış Amerika’da. Bu devasa porsiyonlar karşısında genel uygulama, şayet benim gibi fazla yememeye çalışıyorsanız, en basitinden en şıkına kadar her restoranda hemen bir paket (box diyorlar) istemek ve artan yemeğinizi kendi ellerinizle paketleyip eve götürmek. Bu arada yemeğiniz gelir gelmez, mekânın şefi memnun kalıp kalmadığınızı sorar. Yemek üstüne başka bir şey sipariş etmeyecekseniz de hesabınızı anında masanıza getirip bırakarak sizinle olan ilişkisini keser ve tüm dikkatini sıradaki başka masalara çevirir. Bizdeki gibi dakikalarca hesap istemek için garsonunuzun dikkatini çekmeye çalışmanız gerekmez. Uzun lafın kısası Amerikalılar bu restoran ve yeme-içme işinde hem profesyonellik anlamında hem de sistematik biçimde uzmanlaşmışlar.

Bu kadar lokanta çeşidinin arasında elbette Türk lokantaları da yerini alıyor yavaş yavaş da olsa. Bunlardan daha birkaç ay önce açılan Turquoise grill (Teksas’ta birkaç şehirde mevcut) özellikle Antep mutfağı gayet başarıyla temsil ediyor. Yurt dışında çoğunlukla karşılaştığımız o döner kebap büfeleri özensizlikleri ve bizi temsil etmekten çok uzak oluşlarıyla beni hep üzmüştür. İşte nihayet Turquoise grill gibi düzgün, özenli, mutfağımızı bir nebze de olsa iyi bir seçkiyle temsil eden temiz lokantalar görmek beni gururlandırdı. Hemen 13 kişilik bir grup toplayıp Türk yemeği yemeye götürdüm; uzakta olunca haliyle insanın vatan duyguları daha da kabarıyor. Bu arada vatan duygusu demişken ta oralarda bula bula marketlerde grek yoğurdu bulmak, restoranlarda grek salatası görmek biraz üzücü oldu çünkü yoğurt yalnızca sanki sadece greklere aitmiş havası veriyor. Aynı şekilde grek salatası dedikleri de bildiğimiz mevsim salatası, akdeniz salatası diye de geçiyor. Kültürüne sahip çıkmak böyle bir şey sanırım.

Böylesine zengin bir restoran kültürünün olduğu yerde bariz gözlemlenebilen iki tür grup ortaya çıkmış. İlk olarak obeziteden muzdarip büyük bir güruh. Öylesine ki son zamanlarda artık çocuk obezitesi bile en önemli dertlerden biri haline gelmiş durumda. Amerika Birleşik Devletleri dünya obezite sıralamasında %34 ile ilk sıraya oturuyor (2009 göstergeleri). Yani, ülke nüfusunun 1/3’ünün obez olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Gerçekten insanın, çok bilinçli biçimde bir direnme göstermediği sürece farkında olmadan obez olması neredeyse kaçınılmaz. Yemek yemek için öyle büyük bir motivasyon, öyle büyük bir ilgi ve tabi pazarlama söz konusu ki insan ister istemez hayatını daha çok ve daha çeşitli yemek yemeğe programlamış gibi. Orada bulunduğum haftalar boyunca sürekli aşırı bir tokluk hissiyle yaşadım. Güzel bir yemek yedikten sonra bunun keyfini süremedim çünkü midemde ağır bir kütle vardı. Bana eski Roma kültüründeki vomiteriumları hatırlattı. O dönemin elitlerinin yiyip yiyip daha fazlasını yemek için önce birazını çıkartmaları gerekiyordu çünkü. Çağımızda, böyle özel bir «çıkarma odası” olmadığından aşırı yemek yeme obeziteyle sonuçlanıyor ve bu elbette yalnızca Amerika’ya özgü değil, yaygın olarak her yerde artık bir sorun, tıpkı bizde de olduğu gibi.

Bu durumu fark edip o tuzaktan kendisini korumak ve sağlıklı kalmak isteyen ve de dış görünüşünü her şeyin üstünde tutan başka bir grup insan var. Obeziteye karşıt-kültür oluşturan ve özellikle Amerika’da göze çarpan ölçüde karşılaşabileceğiniz bu grup ise kendini egzersize ve diyete vermiş olanlar. Bu kişiler haftanın yedi günü günde 2 kez egzersiz yapıp, spor salonlarından çıkmayıp kendi minik sandviçleri ve salatalarıyla etrafta dolaşanlar. Tabi bu uç grupta işi fazla ileri götürüp hayatlarını buna adadıklarından yemek yemek gibi harika bir keyiften kendilerini yoksun bırakıyorlar çünkü o yemeklerin tadıyla değil, kalori sayısıyla ilgileniyorlar. «Şu kadar kalorilik yiyecek yersem koşu bandında şu kadar dakika kalmam lazım!” türünde ince hesaplarla yaşamaya mahkûmlar. Minik bir dilim kek yemek için 5 kere düşünüp ağır vicdan azaplarıyla bunu yiyip çekeceği mekiklerin sayısını düşününler bu grupta. Bununla da kalmayıp sizin yediğiniz bile onları rahatsız ediyor, yemeyip disiplinli olanlar yiyenleri yargılamaya başlıyor; «Yediğin şey kaç kalori biliyor musun?” gibi sorularla onları taciz ediyor ve yemeklerinden alacakları keyfi kaçırıyorlar. Bu diyet ve egzersiz fanatiklerinin etrafında olmaktan artık pek çok kişi hoşlanmıyor. Diyet ve egzersiz zaten kendi başına artık büyük bir sektör. Spor salonuna gitmekle yetinilmiyor: Bunun grup dersleri var, kişiye özel eğitmeni var, beslenme uzmanı var, diyetisyeni var; var da var. Amerikalıların her yıl kilo verme ürünlerine, programlarına ve uzmanlarına harcadığı para 40 milyar dolar, ki bu rakam Somali’nin 6 milyar dolardan az olan gayrisafi yurtiçi hasılasının neredeyse 40 katı…gerisini siz düşünün…

Bunları da sevebilirsiniz