Gerçek Mağdurların Dilinden 12 Eylül ve Sonrası (2)

Değerli Okurlar,
Geçen ay Dağarcık’ta, Türkiye’de sekiz yıldır iktidar olanların, 12 Eylül 2010 günü gerçekleştirilen halk oylamasının propaganda dönemi öncesinde, 12 Eylül 1980 darbesi ve 12 Eylül dönemini hiç eleştirmediklerini yazmış, o karanlık günlere gerçek mağdurların tanıklıkları üzerinden ışık tutmaya başlamıştım.
Bu yazıda, iki farklı tanıklığı daha sizlerle paylaşacağım. Ancak bunu yapmazdan önce, aynı iktidar sahiplerinin 12 Eylül dönemi ve demokrasi konusundaki samimiyetsizliğine işaret eden, bir-iki hususu sizlerle paylaşmak istiyorum.
_________________________
12 Eylülcülerin, suçlu olduğunu gösteren sağlam bir kanıt olmaksızın infaz ettiği, 17 yaşındaki Erdal Eren’in kısa yaşam öyküsünü anlatan «Oğlunuz Erdal” belgeseli, 18 Ekim 2010 akşamı Beyoğlu Sineması’nda gösterildi. Tevfik Baş’ın hazırlayıp, Tunç Erenkuş’un yönettiği belgeselin yapımcılığını, Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV) üstlenmiş. Halk oylaması öncesinde Sayın Başbakan’ın, Erdal Eren ve infaz edilen diğer gençler için, kameralar önünde gözyaşı döktüğünü hatırladınız değil mi? Bu nedenle, söz konusu belgesele gider diye düşündüm. Gitseydi gerçekten iyi bir adım atmış olurdu. Yanılmışım.
Erdal Eren’in ağabeyi, geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda bazı soruları şöyle yanıtlamıştı (Milliyet, 16 Ekim 2010):
Soru: Bugün Başbakan kardeşinizin adını anıp ‘12 Eylül’den hesap soracağız’ diyor.
Yanıt: Samimi olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Ben AKP’yi 12 Eylül’ün devamı bir parti olarak görüyorum. 12 Eylül’le birlikte planlanmış bir proje. Onların 12 Eylül’den şikâyet etmeye hakları da yok.
Soru: Başbakanlıktan sizi arayan, sizinle görüşmek isteyen oldu mu?
Yanıt: Hayır olmadı. Samimi olsalar Başbakan olmasa da, onun adına birilerinin bu çocukların aileleriyle bir temas kurması lazım. Sadece miting meydanlarında söylemekle olmaz. Eğer gerçekten o çocukların haksızlığa uğradığını düşünüyorlarsa, Necdet Adalı’nın ölüm yıl dönümü yeni geçti. Neredeydiler? Keza eminim 13 Aralık’ta, Erdal’ın ölüm yıl dönümünde de aynı şey olacak.
Umarım 13 Aralık’ta beni yanıltan gelişmeler yaşanır.
_____________________________
Hatırlayacaksınız, Sayın Başbakan halk oylaması öncesinde Diyarbakır’da yaptığı mitingde, «faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz” demişti. Daha önce Dağarcık’ta «Türkiye’de demokrat olmak, söylemek kadar kolay değil” demiştim.
TBMM’de faili meçhullerin araştırılması için CHP tarafından verilen önerge, üçüncü kez AKP tarafından reddedildi.
İlave bir şey söylemeye gerek var mı bilemiyorum.
_____________________
Tanıklık 1:
[Tanıkların soy isimleri tarafımdan saklanmıştır].
Görüşmeci: Zuhal Kırmızıoğlu
Adınız?
Aynur Ç.
Doğum Yeri ve Tarihi?
İzmir, 1955.
Mesleğiniz?
Resim öğretmeni.
12 Eylül´ün olduğunu nasıl ve nerede öğrendiniz?
Mardin´de öğrendik, sabah haberlerde.
O anda düşündüklerinizi hatırlıyor musunuz?
Sokağa çıkma yasağı vardı zaten. Düşüncem şuydu: Gerçekten her şey ne olacaktı diye merak ediyordum. Yani biliyordum geleceğini, çünkü sıkıyönetim ilan edilmişti 1978’de. Ondan sonra bulunduğum yerde 2 yıl boyunca çok ağır işkenceler yaptılar. Operasyonlar düzenlemeye başladılar sürekli. Öğretmenler üzerinde, TÖBDER yanlıları üzerinde baskı vardı. Yani düşüncem şuydu; bundan sonra ne olacaktı? Damdan dama geçilen bir yer oldu şehir. Damdan dama geçerken sokağa baktım. Askerler vardı, çıt yoktu, garip bir suskunluktu. Ben orada arkadaşım olan savcının evinde kalıyordum. Tesadüfen haftaya ayrılacaktım. Tayinim çıkmak üzereydi. Evinde kaldığım erkek arkadaşım çok moral verdi. Eşimi işkenceye almışlardı. Kararname elimde kaldı. Kararname geldi ama 12 Eylül olmuştu aynı gece. Tayinim çıkamadı orada. Anneydim. Çocuğumun dişleri çıkıyordu. 12 Eylül´den 2-3 gün önce öğretmen arkadaşımı gözaltına aldılar. Vural Ö. Eğer o günkü Hürriyet gazetesine bakarsanız dört satır geçer. Öldürüldü, işkenceden öldürüldü. Ailesi rapor almak için hastaneye gitmişti. Annesini gördüm ağlıyordu, başında Kürtçe ağıtlar yakıyordu. Beni çok sarsmıştı. Şükran, ev arkadaşım, gözaltına alındı. Ağır işkencelere maruz kaldı.
İş yerinize gittiğinizde meslektaşlarınızla neler konuştunuz?
Korkarak işe geliyorlardı. Çok kötü şeyler oldu. İşlerini bıraktılar, şaşkın, çaresiz. Okul müdürleri çok korkuyordu bu durumdan. Hastaneye rapor vermiyorlardı, sevk yapmıyorlardı korkularından.
Müdürlere 12 Eylül ile ilgili herhangi bir direktif geliyor muydu?
Tabi tabi. Çok açık. Yani herkes, şey için konuşuyordu, TÖBDER kapatıldı, diye. Hayat durdu yani.
Gündelik yaşamda 12 Eylül öncesine göre farklılaşan herhangi bir durumla karşılaştınız mı?
Benim bölgem sıkıyönetim bölgesiydi. Arama tarama vardı. 12 Eylül´den önce 12 Eylül döneminden çok farklı değildi, ama gözaltına almalar yoğunlaştı, daha dayanılmaz hale geldi, suskunluk artı, sokağa çıkma yasağı, kimse gece sokağa çıkamıyordu. Sokağa çıkmak yasak, gece ışıkları açmak yasak… Bulunduğum şehirde herkes hazırlık yaptı. Bütün kitapları topladı. Divanın altına bıraktım ellerine geçmesin diye. Çünkü normal ders kitaplarını dahi, okuttuğumuz kitapları dahi askerler topluyorlardı. Bunun yerine saçma sapan kitaplar okutuyorduk. Birkaç arandık, iç çamaşırımıza kadar. Gözaltılar yaşandı. 12 Eylül´den sonra bu haldeydik. Görevden alındık. Yapacak bir şey yoktu, işsiz kaldım 12 Eylül´de. Yani hiçbir şey yapılmadı, görev verilmedi, atama yok okullara, dersler farklı, işleyiş farklı. Sürekli gözaltılar, keyfi gözaltılar, savunmasızlar, yargısız infazlar, ağır işkence koşulları, öldürmeler… En basit bir şikâyetle gözaltına alınıyordu herkes. Bir öğrencinin şikâyeti ile mesela, eşim gözaltına alındı. Tamamen hukuksuzluğun yaşandığı bir dönemdi. Hiçbir şey kalmamıştı. Bence tüm sorun orada, sendikalar kapatıldı. TÖBDER kapatıldı, kimisi yurt dışına kaçtı kimisi yakalandı. 12 Eylül düşünce özgürlüğünün olmadığı dönem, işte bugün davalar sürüyor hala.
O günlerde hangi gazeteleri okuyordunuz?
O zaman Cumhuriyet vardı, Milliyet, İzmir´de çıkan Yeni Ortam Gazetesi vardı. O zaman Cumhuriyet ve Milliyet şimdiki gibi değildi, daha demokratikti.
Okuduğunuz gazeteler 12 Eylül ile ilgili sizin düşündüklerinizi paylaşıyor muydu?
O günkü yapılanma içinde düşüncemize pek katılmıyorlardı. Ama Cumhuriyet farklı bir Cumhuriyetti, daha demokratik bir yapıdaydı. Sendikal hareket, işçi sınıfının mücadelesi, uzaklaşma anlamında, tabii ki Cumhuriyet daha sağlamdı. Hürriyet el değiştirdi. Cumhuriyet ve Hürriyet arasında dağlar kadar fark vardı. Net, açık, tarafsız gazetecilik anlamında Cumhuriyet daha politik davranıyordu, daha farklı bir yapılanma vardı.
İş çevrenizde 12 Eylül´den sonra statüsü değişenler oldu mu?
Bir sürü insan müdürlüğe getirildi çevremde. Mesela bizim okulda müdür görevden alındı, yerine sağ görüşlü biri getirildi göreve. Yükseltilenler oldu. Yükseltilenler içinde daha sisteme yakın, tarafsız düşüncelerine rağmen kendisi gibi düşünen, en korkakları iş başına getirildi. Dosyam bile yoktu Milli Eğitim´de. Her şey o kadar laçkalaşmıştı ki; düşünsenize 5 yıllık öğretmenim, benim dosyam yok.
O günlere ilişkin sizi çok etkileyen unutamadığınız bir olay var mı?
Beni en çok etkileyen TÖBDER başkanı öğretmen arkadaşımın, Vural Öztürk´ün gözaltına alınışı ve öldürülüşü. Çok tanık oldum başka olaylara, ama unutamıyordum. Yani annemi 3 gün içinde kaybedişim, annemin çektiği o acı, ölüm, ekonomik açmazlar, sıkıntılar, arkadaşımın öldürülüşünü unutamıyorum. Aklıma geldikçe yaşıyorum. Haksız yere işkenceler… Şey sordum onlara, eminim ki eşimin bir ilgisi yoktu. Öğrenci ihbarıyla gözaltına alındı. Acı çektik.
Öğrencinin ihbarı dediniz. Yani birbirini gammazlama durumu var mıydı?
Yok, öğrenci göz altına alınıyor. Sizi kim örgütledi, diyorlar. Öğretmenimiz örgütledi, diyor. Hâlbuki öğrenci korkuyor, o anki ifadesi bu. Dava 7 yıl sürdü. Eşim arkadaşında kalıyordu, tesadüfen eve geldiği akşam alınıyordu ve işkenceye tabii tutuluyordu. Çok korkunç şeyler, yaşanmaması gereken şeyler. Haksız aramalar taramalar… Arkadaşım Şükran´ın kesinlikle yakından uzaktan bir tavrı yoktu. Sadece bir örgüte sempati duyuyordu belki, o kadar. Şükran bunu hak etmemişti.
12 Eylül 1980 ile ilgili düşünceleriniz o günden bugüne değişti mi?
Şöyle diyelim; 12 Eylül’ü şimdi daha iyi anladığımı söyleyebilirim. Bu, uluslararası örgütlerin, yapılanmaların, çıkar örgütlerinin ülkemiz üzerinde oynadıkları bir oyun. Daha önce, yani o dönemde, bu kadar okumuş ve bilinçli değildim ama yapılanların ülkemizin getirildiği durumun, uluslararası bir durumun bir parçası olduğunu daha iyi görüyorum. Bunu günümüzde daha iyi değerlendiriyorum. Yapılanlar bunun bir parçası, uzantısı. Hiçbir şey tesadüf değil, bunu öğrendik. Hiçbir hareket rastgele, keyfi değildir. Uluslararası hareketlere de baktığımızda, Arjantin´e, Irak´a baktığımızda yapılanlar hep aynı el koyma, halkı engelleme ve bu konuda pervasızca davranma. 12 Eylül´de ve o gün de öyle bakıyordum. Ama okulla veya bilgiyle değil daha duygu düzeyinde bakıyordum. Tütün işçiliği, emek işçiliği yaparak işsiz kaldığım dönemlerde yaşamımı sürdürdüm. Burada 12 Eylül´den sonra maaşlarımızın düşürülmesi, ekonomik açmazlar, yaşadıklarımız, sendikasızlaştırma, 12 Eylül bunların içinde en kilit nokta, en büyük engel, çıkartma, en acımasızca yok ediş, faşizm yani. Şimdi de öyle bakıyorum. Çok kan döküldü. Yani şimdiki dönemle o gün arasında şöyle bir fark var; açıklama daha net açıklama, daha soğukkanlı. Toplumsal hareketlerin öyle kolay olmadığını görüyorum. Bu iş böyle olmamalıydı, geniş kitlelerin demokratik partisi çıkması gerekiyordu. Önderleri bastırıyordu, öndersiz kaldık. Bunlar aydınlar, yazarlar, gençler, çizerler olabilir. Bunlar yok edildi. Demokrasi yüksek sekteye uğradı. En kötüsü psikolojik bozgun yarattı. Bugün TÖBDER’e gittiğim zaman «yaptık da ne oldu” mantığı var. Yani çok büyük kırgınlık var. Benim açımdan söylüyorum demokrasi yüzyıllar süren çok büyük mücadele. Burada bir sürü insan yok edildi. Biz de bunun bir parçasıydık. Arjantin’de yaşanan olayın halkasıydık. 25 yaşımdan beri 50 yaşına kadar çok şeye tanık oldum. 12 Eylül değişen bir halka, sert bir halka, biz de bu halkanın içinde yer aldık. Kötü anlamda hiçbir şey yapmadık. Biz halk için kötü hiçbir şey yapmadık. Bireylere yönelik yani şahsi bir şey yapmadık. Sanat eserleri kaçakçılığına katılmadım, karşı çıktım, ulusal değerlere sahip çıktık, ben aklı başındaydım, macera aramıyordum. Köylüler, işçiler o dönemde duygusal olabilirler ama özünde haklılardı, dünyanın değişmesi gerekiyordu. Eğer doğru tahlil edersek ülkenin sorunlarını, acılarını tahlil edebiliriz. 12 Eylül ülkeyi ele geçirmenin bir parçasıydı. Sermaye ve emek arasındaki mücadelenin bir parçasıdır 12 Eylül.

Tanıklık 2:
Görüşmeci: Zuhal Kırmızıoğlu

Adınız? Lütfi D.
Doğum Yeri ve Tarihi?
Kırşehir, 1952.
Mesleğiniz? Öğretmen.
12 Eylül´ün olduğunu nasıl ve nerede öğrendiniz?
12 Eylül´ü yeğenimin düğününde öğrendim. Düğün töreni sırasında öğrendim, sonra eve geldik, bir de baktık dışarıda her tarafı askerler çevrelemiş. Asker her tarafı sarmıştı… Sokağa çıkma yasağı olduğu söylendi, evlerimize girdik tekrar. Aşağı-yukarı 150-200 kişi aynı evde kalmak durumunda kaldık. Karşılıklı iki daireyi kullanıp akşama kadar öyle idare ettik. Zorunlu olarak düğün uzadı.
O anda düşündüklerinizi hatırlıyor musunuz?
Şimdi, o anda, daha önce kafamızda vardı askerlerin yönetime el koyması. Türkiye´de bir gelenek vardı. Sanki asker yönetime el koyunca demokrasi gelecek. Askerin yönetime el koyması, Türkiye´nin ekonomik anlamda felakete sürüklenmesi demektir. Ulusal gelirlerin militarizme akması, toplum için gereksiz harcamalara gitmesi demektir. Bunları düşündüm, daha sonra insanların neler yaşayacağını düşündüm. Askeri yönetimler her zaman çiçekle gelmiyor. Falakayla geliyor, işkenceyle geliyor. Askeri darbe değil dediler, yönetime el koydular. Peki, bu darbe değilse var olan anayasayı niye çiğnediniz? Darbe yapanların suçu idam, idamdan kurtulmak için yeni bir anayasa icat ettiler. Eski anayasaya göre mevcut rejime başkaldırmanın suçu idam cezasıydı. Bu idam cezasını ortadan kaldırmak için yeni bir yöntemdir. Türkiye´de sık sık anayasa değişikliği yapılır. Demek ki, Türkiye´de ya da dünyadaki ülkelerin hangisinde anayasa değişikliği yapılıyorsa, o ülkelerde sık sık darbe oluyor demektir. Bu, onun göstergesidir yani.
14 Eylül günü iş yerinize gittiğinizde meslektaşlarınızla neler konuştunuz?
Okula gittik. Üç arkadaşımız gözaltına alınmış. Daha sonra herkes yani bizler ne olacak diye bekliyorduk. Bir sürü sorun yaşadık. Sanırım 3. gün biz de gözaltına alındık. 90 gün gözaltında kaldık. 12 Eylül ile ilgili, arkadaşlarımızın bir kısmı şöyle dediler; anarşi bitecek. Ertesi gün gazeteleri okuduk hiç anarşik olay yok dediler. Ben de şey dedim, bir toplumda 12 Eylül´e kadar anarşik olay var da, 13 Eylül’de her şey bitiyorsa demek ki, anarşiyi yaratanlar anarşik eyleme kalkışmamış demektir. Anarşiyi bitirenler anarşik eylemlerden sorumlu kimselerdir ki, ertesi gün bir bıçakla keser gibi bitirdiler. Bitmez hâlbuki. Demek ki, anarşiyi yaratan devlet. Türkiye´de, 12 Eylül´de devlet toplumu ikiye böldü. Müdürlerimiz öğretmenlerle toplantı yaptılar. Toplantıda Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bildirgesi okundu. Uyacağımız kurallar açıklandı ki, bu, kullandığımız özgürlüklerin daha da kısıtlanmasıydı… Okul müdürü ‘Arkadaşlar durum çok ciddi, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bildirge göndermiş. Ne olursunuz yapmayın, etmeyin, bir yere gitmeyin, hepimizin çoluk çocuğu var. Bu bildiriye uymayanlar cezalandırılacak. Sizin yüzünüzden benim de başım yanmasın’ diyerek, korkusunu belirten sözler sarf etti.
Gündelik yaşamda 12 Eylül öncesine göre farklılaşan herhangi bir durumla karşılaştınız mı?
Biz içerdeyken insanlıkla ilişkimiz kesildi yani. Bizi insan olarak da görmüyorlardı, insan olduğumuza biz de inanmıyorduk. Halimiz berbat. Düşünsenize, 90 gün dışarıdakilerin sizden haberi yok, sizin de dışarıdan haberiniz yok. Her türlü işkenceye maruz kalıyorsun. Mamak Cezaevi’nde yatıyoruz, bitlendik. Her tarafımızı bit sardı. Bizim koğuşta Muhsin Yazıcıoğlu vs. var. Sağ-sol beraber yatıyoruz yani. MHP´lilerle diğerleri falan ayırım yapılmıyordu. Şimdi idareden bit ilacı istiyoruz, fakat ilaç vermiyorlar. Biti kanıtlayın diyorlar. Bizim aramızda ülkü ocaklarından Mustafa diye bir çocuk vardı. Mustafa´nın saçlarını taradık, 17 tane bit döküldü. Bu bitleri kâğıttan bir külah yaptık içine koyduk. Ama koymadan önce bitleri iğneyle ipe geçirdik ve cezaevi müdürlüğüne dilekçeyle ‘ilişikte 17 tane bit sunulmuştur. İlaç verilmesini istiyoruz’ dedik. Ondan sonra ilaç getirdiler. Yani banyo falan yok, mümkün değil orada. İşin garibi şu; sınıfsal bir ayırım yoktu ama garibanlarla durumu iyi olanlar arasında bir ayırım vardı. Sağcı solcu demeden bütün insanlar dayanışma halindeydiler. Mesela ben işkenceden çıktığımda MHP´lilerin gelip beni tedavi ettiklerini bilirim. Muhsin Yazıcıoğlu´nun gelip boynuma sarılıp ağladığını biliyorum. Öyle şeyler yaşadık hep.
Yani şöyle diyebilir miyiz; 12 Eylül´ün sokağa yansımasıyla içerideki durum farklıydı?
Kesinlikle. İçerde Amerika’nın Vietnam’da uyguladığı işkence yöntemleri uygulanıyordu. Kesinlikle oradaki işkencelerin aynısını Türkiye´de aynen uyguluyorlardı.
Konu Amerika´dan açılmışken, Amerika´nın 12 Eylül ile bir bağlantısı var mıydı sizce?
Şimdi zaten çıkınca öğrendiğim bir şey var. Amerikan Sesi Radyosu saat 2´de dünyaya duyurmuş; bizim çocuklar yönetime el koydu diye. Türkiye´de, Türkiye halkı sabah 7´de duydu. Yani dünya saat 2´de duydu, biz saat 7´de öğrendik darbeyi. Bu bile tezat. Zaten Sarısaltık vardı, orgeneral. Kenan Evren’in yardımcısı Haydar Sarısaltık, çantasıyla Amerika’ya gittiğinde Amerika’ya darbe planlarını onaylatıp getirdiğini düşünüyordu insanlar. Ki böyle de oldu. Daha sonra bu somutlaştı.
O dönemde hangi gazeteleri okuyordunuz?
Şimdi ben o dönemde dört gazete okuyordum: Hürriyet, Milliyet, Vatan ve Cumhuriyet. Gazete ne işe yarar? Gazeteler canlı tarih kitaplarıdır. İnsanın tarihini öğrenmek istiyorsak, gazeteyi okuyacağız. Yani dünü anlattığı için en çok okunan tarih kitabıdır, onun tipik örneğidir gazeteler. Bazı insanlara sorarsınız tarih kitabı okuyor musunuz? Yok, ben hiç okumuyorum. Hâlbuki her gün okuyordur, farkında değildir. Gazete de tarih kitabıdır. İnsanlığı anlatır, insanların sportif yanını, farklı yönlerini, magazinsel yanını, insanın politik yanını, her türlü yanını gazetede bulabilirsiniz.
Okuduğunuzun gazete sizin 12 Eylül ile ilgili düşündüklerinizi paylaşıyor muydu?
12 Eylül ile ilgili şöyle bir durum yaşadık biz: Gazeteler çekiniyorlardı, korkuyorlardı, yazamıyorlar. Yazanlara ceza geliyordu. Örneğin, Oktay Akbal Cumhuriyet Gazetesi’nden, Nazlı Ilıcak Tercüman Gazetesi’nden, yani sağ-sol ayırımı yapmadan herkes ceza alabiliyordu.
12 Eylül´de iş yerinizde, yani okulda statüsü değişenler oldu mu?
12 Eylül´de bizler 90 günlük gözaltı süresinden sonra mahkemeye çıkarıldık. İlk duruşmada serbest bırakılanlardan biriyim. Somut bir suçlama yoktu. Tabii bizimle beraber, mesela bizim okuldan 14 öğretmen görevden alındı. 1402´lik olduk. İlk defa hayatımızda, 1402´liği o zaman öğrendik. Suçumuz neydi? O dönemde görevden ayrıldık bizler. Niye ayrıldık, biz hala anlamış değiliz. 1402´lik olarak ayrıldık. Bu TÖBDER yanlısı öğretmenlere uygulandı. Daha sonra da 30.000´e yakın insanımız yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Ben istatistikleri inceledim, daha sonra. 750.000 kişi gözaltına alınıp bırakılmış. Tabii gözaltına alınıp bırakılanların sayısı daha da fazla. 750 bin kişi büyük bir rakam. Dünyada böyle bir şey görülmedi hiç. 1277 kişi faili meçhul gitti, kim vurduya gitti. Kimin ne olduğu, nerede olduğu hala meçhul. Askeri darbelerin Arjantin ve Şili´deki darbelerin en büyük özelliği bu. Diğer bir olay, öğretmenlerden, özellikle arkadaşlarımdan işte çalışanların yarısı %15-25 civarındaydı. Geri kalanın hepsiyle işsiz kaldık. O süreçte inşaat işçiliği yaptım, daha sonra balıkçılık yaptım, ıstakoz avcılığı yaptım, seyyar satıcılık yaptım, evimizi geçindirmek için. Eşim çalıştığı için diğer arkadaşlarıma göre daha rahattım. Onlar daha zor durumdaydı.
Az önce suçluyduk dediniz? Neden suçluydunuz?
Biz suçlu değildik de, toplumdaki yöneticiler, İtalyan Machiavelli diye bir yazar var. Onun bir eseri var «Prens” diye. Onu okursanız orda şöyle der: ”toplumu yönetenler akıllıdır”. Der ki: «Toplumu yönetmek istiyorsanız cahil bırakın ya da parçalayın, bölün”. Türkiye´yi hem cahil bıraktılar, hem de parçalandı, bölündü. Önce bizi sağcı-solcu diye böldüler, sonra Alevi-Sünni diye böldüler, Türk-Kürt, laik-anti laik diye böldüler, hala bölüyorlar. Bir toplumu kolay yönetme imkânları bunlar. Bu süreçte gündem değiştirme konusunda uzmanlaştı bizim yöneticilerimiz. Toplumu yönetme konusunda uzmanlaştılar. Biz suçlu diye biliniyoruz. Darbe kime karşı yapılmış? Darbeyi iktidar yapmış, iktidar o dönemde sağ iktidardı. Demirel, Ecevit gözaltına alındı. Ayrım yapılmadı ama dünyada görülmedik bir olay yaşadık, şok olduk, Atatürk ülkeyi kurtarırken önce sivil otoriteyi oluşturdu. Sivil otoriteye bağlı olarak orduyu oluşturdu. Meclise bağlı olarak otoriteyi oluşturdu. Hâlbuki bunlar askeri otorite olarak sivil otoriteyi keselediler. Böyle bir yetkileri yok. Arkasından 82 Anayasası hazırlandı. Niye? Eski anayasa yürürlükte olsaydı suç işlemişlerdi, cezaları idamdı Kenan Evren ve arkadaşlarının. Biz o dönemde beşli çete diyorduk cezaevinde. Bu beşli çetenin suçu idamdı, idamdan kurtulmak için yepyeni anayasa yapacaksın, böylece idamdan kurtulmuş olacaksın. Çözüm bu. Toplum bunu bilmiyordu…
O günlere ilişkin sizi çok etkileyen, unutamadığınız bir olay var mı?
12 Eylül döneminde o kadar çok olay var ki, unutamadığınız olay derken, unuttuğunuz var mı diye sormak lazım. Çünkü hangi birini unutalım, hala yüreğimizin bir köşesinde yaşıyor. Çünkü çok mutluyduk o dönemde. Nasıl mutluyduk? Bizi öyle gösteriyorlardı dünyaya. Türkiye´de eskiden anarşi-terör vardı. Fakat ben hala merak ediyorum; 12 Eylül´de Türkiye´de kan gövdeyi götürürken, 12 Eylül´de bir bıçakla keser gibi anarşi nasıl bitti? Ben bunu şöyle yorumluyorum: Bizim mahalledeydim, hırsızlık yapıyorum, ben hırsızlığı bırakıyorum, hırsızlık bitiyor. Türkiye´de anarşiyi çıkaranlar anarşi bitti diyenlerdir. Niye? Çünkü anarşiyi çıkaranlar onlardı. Bir ülkeyi yöneten yönetim, tarafsız olur. Vatandaşları iki kampa ayırıp, bir kampa geçeni öbür kamp suçlarsa anarşi olur bu toplumda. Anarşi kimdir o zaman? Toplumu ikiye bölüp bir kampın yanına geçen yöneticilerdir anarşi. Hiçbir zaman anarşiyi savunmadım, anarşist de değilim ben. Ama anarşist dedikleri kural tanımamaktadır, yasaları tanımamaktır, sosyal davranış kurallarına ters düşmektir. Bunların hepsi ters düşüyordu 12 Eylül yönetimine… Öyle bir demokrasi uygulanıyor ki anayasayı övmek serbest, ama eleştirmek suç. Böyle bir kanun olur mu? Bir ülkeden oylama yapılabilmesi için aleyhine lehine kurultay yapılıp halk da tercihini ona görev yapar. Bazıları olumlu, bazıları olumsuz tercih bildirebilir. Bizde olumlu görüş bildirmek serbest, olumsuz sonuç bildirmek suç. Bunu oylamada da gördük. Örneğin iki çeşit zarf kullandılar. Bir açık yeşil, bir de beyaz zarf. Beyaz zarfın içine mavi bir pusula; ret pusulası koyacaksınız. Zaten zarfı tuttuğunuzda yeşilin içindeki beyaz, mavinin içindeki çok net görünüyor. Sivil polisler, jandarma sandıkların başında durdular, kimler muhalefet ediyor kimler anayasaya hayır diyorsa, hepsini tek tek topladılar. Örneğin, Kırşehir´in Bağdaş Mahallesi’nde 1240 kişiyi, bizi, Kırşehir Kapalı Spor Salonu’nda topladılar, üç gün orda kaldık. Suçumuz ne? Siz anayasaya muhalefet ettiniz. Oylamanın bir kuralı vardır. Ya evet, ya da hayır. Bizde «hayır” deme özgürlüğünün kullandık, kullanamadık, suçlu olduk ve üç gün 1200 kişi kapalı spor salonunda yatıp kalktık. Tuvalet kuyruğu oluşuyordu. Bizi tuvalete götürüyorlar. Çünkü sırayla gidiyorduk, birbirimizle kavga eder hale geliyorduk. Yeter ya altıma yapacağım, çabuk edin, şunu edin. İçeride çocuklar ağlıyor, kadınlar çocuklarını emzirmek istiyor, artık bir bölümü çarşafla böldük, kadınlar o alanda yatmaya başladılar, biz açıkta yatıyorduk. Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir komediydi.
Hitler´in «Kavgam” kitabını okumamıştır Kenan Evren, ama nasıl becerdi bu işleri bilmiyorum yani. Sonunda da şunu öğrendim; Kenan Evren becermemiş, Kenan Evren piyon, bu işi Amerikalılar yapmış, büyükbabalarımız becermişler, Sam Amca becermiş, bunlar da uygulamışlar, maşaymış bunlar yani. Üç gün spor salonunda kaldıktan sonra cezamız nedir deyip beklerken bir asker geldi. “Komutanımın emri var, serbestsiniz” dedi. Hepimiz evimize gittik kahramanca.
12 Eylül 1980 ile ilgili o günlere ilişkin düşünceleriniz ile bugünkü aynı mı? Değişti mi?
Hiç değişmedi. Bir hikâyecik anlatayım: Bektaşi Konya´ya gitmiş. Konya’da semazenler dönüyormuş. Onların hepsine: Ya erenler siz niye dönüyorsunuz? Dönüp dönüp duruyorsunuz. Onlar da demiş ki, biz Erenler döner döner Allah deriz. Döndükçe Allah deriz deyince, Bektaşi demiş ki; hadi oradan biz bir Allah deriz bir daha dönmeyiz demiş. Semazen çok toplumda önemli olan erenler olmak gerçekte.
O döneme ilişkin anlatmak veya eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Mesela ben çocuklarımla ya da öğrencilerimle konuşurken bunları anlatmak istemiyorum. Aşağı-yukarı 20-25 yıldır ilk defa siz böyle sorularla gelince size anlattım bunları, bu anıları. Belleğimin bir tarafında duruyordu. Notlarım da var evde. Toplum olarak çok acı çektik o dönemde. Tabii toplumun bir bireyi olarak ben de, nasibimi aldım bu acılardan. Şöyle ki, işsiz kaldım. Öğrencilerim inşaat mühendisi olmuşlardı, onların şirketlerinde çalışmıştım. Bir öğrencimin inşaat firmasında çalıştım, paramı alamadım. Çok garip bir olay yaşamıştım. 15 gün bir öğrencimin inşaat firmasında çalıştım. Hocam çok teşekkür deyince baktım, «ben bu teşekkürü bankada bozdurayım” dedim. “Hocam teşekkür bankada niye bozdurulsun” dedi. “15 gündür burada çalışıyorum bir teşekkürler gönderiyorsun beni” dedim. Ondan sonra zorla paramı alabildim. Böyle zorluklar içinde yaşarken çocuklarımız psikolojik açıdan sıkıntılar yaşadılar o dönemde. Düşünsenize anne-babasını kaybediyor küçük yaşta. Eylül ayına girdiğimizde, 12 Eylül´de hala bir huzursuzluk vardır çocuklarımda. Örneğin her yıl 12 Eylül akşamı oğlum beni telefonla arar: «Baba iyi misin, yeniden gözaltına gidiyor musun?”. Ben 12 Eylül´den bir yıl sonra, 12 Eylül´de tekrar gözaltına alınma şansına sahip oldum… Üç gün içerde kaldım sonra, «affedersiniz, yanlışlıkla oldu”, deyip bırakıyorlar böyle. Türkiye´de vatandaşlar bilinç sahibi olmadığı için, o dönemde AİHM ile sözleşmeler imzalanmamıştı… Nihayet 1402´likler olarak dava açtık ve bir kısım haklarımızı alabildik. Ama bunlar, 1402´lik olanların % 10’u alabildiler, diğerlerinin haberi bile olmadı. Çok arkadaşımız öldü, çok dostumuzu kaybettik. Bu çok acı olaydı, insanlığın utanç olayıydı. Türkiye böyle bir şey yaşamasın bir daha diyorum. Militarizmin girdiği yere demokrasi girmez. Askeri otorite sivil otoriteye bağlı olmalıdır. M. Kemal´in deyimiyle, Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olmalıdır… Asker politika yapacaksa, o zaman meclise ne gerek var, politikacıların ne gereği var. 12 Eylül hukuku sürüyor demek istiyorum bununla. 1980´den bu yana 12 Eylül hukukun devam ediyor. Genelkurmay Başkanı devletin atanmış bir memurudur, seçilmiş milletvekillerinin önünde yürüyor… 12 Eylül hukukunu, anayasanın 15. maddesini kaldırıp da darbecileri yargılamadan bu ülkeye demokrasi gelmez. İster sağcı-solcu olun önce insan olmak lazım. Bakıyordum Kürt arkadaşlara kim işkence etmiş, onlara da Türk kökenliler işkence ediyorlar. Bu bir intikam alma duygusu muydu? Milletin askeri polise işkence ediyordu, devletin polisi askere işkence ediyordu. Yani bu olay öç alma duygusuna dönüşmüştü. Düşünebiliyor musunuz benim bir sürü astsubay ve polis arkadaşım işkence gördüler o dönemde. Mehmet Y. emekli komiserdir, benimle aynı hücrede işkence gören polislerden biridir. Ben işkenceden geliyordum onu götürüyorlardı. Muhsin Yazıcıoğlu o dönemde ülkü ocakları ikinci başkanıydı. O geliyordu, ben gidiyordum. Ekonomik sıkıntı çok yaşadık. Psikolojik sendromlarımız hala devam ediyor. Örneğin; birçok arkadaşımın rüyasına girip çığlıklarla uyandığını biliyorum. 12 Eylül´de aynı koğuşta kaldığım bir arkadaşım geçen yıl İzmir´e geldi. Düşünebiliyor musunuz, İnciraltı’na birlikte gidip bir kadeh rakı içelim dedik. 15 yıldır görüşmüyorduk 3,5 saat oturduk yaklaşık ve ikimiz de tek bir cümle etmedik. Gözümüzle baktık birbirimize, gözümüzle anlaşıyorduk.
Neden?
Benim ne diyeceğimi o biliyordu, onun ne diyeceğini ben biliyordum. Gözlerimizle birbirlerimize baktığımızda anlaşıyorduk. 3,5 saat sonra dedik; biz burada mıydık? Denize bakıyorduk, birbirimize bakıyorduk, düşünüyorduk. 15 yıldır birbirini görmeyen iki insanın konuşmadan oturması ne demek?

Bunları da sevebilirsiniz