Ekonomik krizin getirdiği deglobalizasyon, finans piyasalarını kurtarma paketleri, işsizlik, yoksulluk artışı, kaynak rekabeti, küresel ısınmanın getirdiği su ve gıda sıkıntıları, ulus devletlerin siyasi aktörler olarak yeniden öne çıkmalarına neden olmuştur.
Giderek iç istikrarını kaybeden ama aynı zamanda dış ilişkilerinde komşularını tek tek idare edip, büyük güçleri dengeleyerek bölgesinde güç yansıtmaya çalışan bir ülke görünümündeki Türkiye açısından da 2010’un çok zor bir yıl olması kaçınılmaz gibi gözükmektedir.
2010 Davos’u, uluslararası sistemin değişen dengeleriyle beraber, yükselen belirsizlikleri tescil eden bir toplantı olarak hatırlanacaktır.
Asya’ya bağlanan umutlar
1930’lardan bu yana kaydedilen en büyük küçülme karşısında dünya, tüm umutlarını Çin ve Hindistan’a yani Asya’ya bağlamış durumdadır.
Dünyanın en büyük finans kurumlarından JP Morgan Chase International’ın başkanı Jacop Frenkel’den önümüzdeki on yıl için tahminde bulunması istendiğinde, öne çıkan ilk tespiti «gelecek on yıla ilişkin belirsizlik”, ikincisi de «Çin ve Hindistan’ın çekim gücü” olmuştur.
Diğer Davos toplantısı katılımcılarından da son derece dikkat çekici açıklamalar gelmiştir. IMF Başkanı Dominigue Strauss-Kahn, «Asya resesyondan çıkışta, dünyaya liderlik etti” derken; BM Eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Yardımcısı Nadir Musevizade ise Asya’nın ABD’nin hâkimiyetine karşı yükselen bir güç olmayı başardığını dile getirmiştir.
Columbia Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. J. Stinglitz, dolar temelli dünya ekonomisinin değişmesi gerektiğini belirtirken; Davos Zirvesi Patronu Klaus Schwab, «Bugüne kadar küreselleşmenin getirdiği fırsatları gördük, bundan sonra küreselleşmenin yol açtığı sorunları göreceğiz” diye konuşmuştur.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, «Bu herhangi bir kriz değil, bu bir küreselleşme krizidir” diyerek saptama yapmıştır. Milliyet gazetesi yazarı Osman Ulagay ise, «Bu yıl, Davos’ta en fazla dikkati çeken şeylerden biri; Batılılar kaygılı, Doğulular umutlu” şeklinde yazarak 2010 Davos’unu çok güzel özetlemiştir.
Beklentileri biçimlendiren projeksiyonlar, AB’nin küçülme trendinde değişiklik olmayacağını, buna karşın önümüzdeki on beş yıl içinde Çin ekonomisinin iki buçuk misli büyüyeceğini, Hint ekonomisinin misliyle katlanacağını, dünya GSMH’sinde %25 olan ABD payının %27’ye çıkabileceğini göstermektedir.
Uluslararası dengeler açısından bunlar muazzam değişiklikler demektir.
Neoliberal rüyada son
Yalnızca Batı’nın borusunun öttüğü dönem sona eriyor. Kartlar yeniden açılmakta ve hiyerarşiler değişip farklılaşmaktadır. Yeni küresel güçleri hesaba katan, büyük soru işaretlerine açık bir dönem başlamaktadır.
Ekonomik ve siyasi güç dengelerinin yeni geometrileri kuruluyor. Bu enikonu, bir kırılma demektir. Bu kırılmada, yerkürenin yeni G düzenine, G-2 yani ABD ve Çin’in yön vereceği beklenmelidir.
Tarihin sert akıntıları, Batı’nın üstünlüğünü önüne katıp götürürken Berkley Üniversitesi’nden Prof. B. Delong ve S. Cohen’in birlikte yayımladıkları «The End of Influence” başlıklı çalışmada vurguladıkları gibi kültürel ortam değişmekte, insanlık yirmi beş yıllık neoliberalizm rüyasından uyanmaktadır.
The Economist’te yayınlanan «Neden modern ilerleme düşüncesi bu kadar yoksullaştı?” başlıklı makale bir takım gerçekleri çok iyi açıklamaktadır.
«Biz” diyor The Economist: «Özel sektöre herkesten daha çok iman etmişizdir. Ama bugün kartel oluşturmayı, kirlenmenin maliyetini topluma kaydırmayı, kendi finansal yaratıcılığının yükü altında ezilmeyi engellemek için kapitalizmin enerjisini genel çıkara yönlendirecek yasalarla denetlenmesi ve sınırlandırılması düşüncesine, kapitalizmin en katı savunucuları bile karşı çıkmayacaktır”.
Tüketime dayalı model çökerken, kapitalizmin bir gelecek üretmediğine ilişkin kaygıların ve belirsizliğin The Economist’i bile etkileyecek kadar arttığını görmekteyiz.
Tüketim üzerine kurulu emperyalizmin iktisadi modeli, bana Hollywood’un meşhur sinema filmi «Rüzgâr Gibi Geçti” yi anımsatmaktadır.
Tüketim modeli çılgınlığı da rüzgâr gibi geçerken, yerine artık her düşün insanının söylemek zorunda olduğu, doğaya ve insana saygılı bir üretim modeli gelmelidir.
Başka türlüsü mümkün değil, kaybedecek zaman yok.